Quantcast
Channel: Kitap Hırsızları – Tersninja.com
Viewing all 138 articles
Browse latest View live

‘Baba’yla Yüzleşmek (Andrej Nikolaidis – Kıyamet)

$
0
0

andrej nikolaidis

Andrej Nikolaidis, Karadağ’ın en tanınır kalemlerinden; 2011’de Sin adlı romanıyla Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü kazanan Nikolaidis, ayrıca bölgenin demokratikleşmesi sürecinde de önemli bir rol oynamış. Ülkemizde pek bilinmeyen yazarın Türkçe’deki ilk romanı Kıyamet, kısa bir sürede ikinci baskısını yaptı. Adriyatik kıyısındaki Ulcinj’de işlenen bir cinayetin izini süren Kıyamet, kağıt üzerinde polisiye gibi görünse de, aslında polisiye bir vakayla açılan hikayesini üç kanala yayan baba-oğul karmaşası üzerine kurulu edebi açıdan oldukça doyurucu bir yapıt.

Ercan Dalkılıç (2)

 Ercan Dalkılıç

Biraz konudan bahsedelim: Haziran’ın ortasında küçük sahil kasabası Ulcinj’de soylu bir ailenin katledilmesiyle polis soruşturma başlatır. Polis tarafından sıradan bir vaka olarak gürülen bu katliam, kahramanımız dedektif tarafından ele alınacaktır. Bu sırada da çok garip bir olay yaşanır: kar yağmaya başlar! Haziran ayında yağan kar, bütün dünyayı sona götürecek felaketin habercisi midir?

Tabii burada bahsettiğimiz, Roland Emmerich filmlerinde gördüğümüz türden bir felaket değil! Nikolaidis, bu felaketi bir yüzleşme aracı olarak kullanıyor kitapta. Felaketi gerekli olarak görüyor Nikolaidis, asıl felaket ona göre bir felaketin olmaması hatta. Çünkü felaketle birlikte ‘büyük bir günah çıkarma alanı’na dönüşen evrende ne kadar yalan varsa açığa çıkıyor. Ulcinj’de birbirinin karısıyla yatan, birbirinin malını çalan, gizli kapaklı iş yapan herkes, felaketin (kitapta sürekli “son” olarak bahsetmiş yazar) yaklaşmasıyla günahlarından arınmak için tüm kirli çamaşırlarını ortaya seriyor! Gerçekten de kıyamet bir nevi çözüm haline geliyor yani, Nikolaidis’in belirttiği gibi.

Kıyamet

Romanını çatarken yoğun bir kültürel referansla başbaşa bırakıyor bizi Andrej Nikolaidis: Dedektifinin işyeri Büyük Uyku, Malta Şahini, Çin Mahallesi gibi filmlerin afişleriyle dolu. Bunla birlikte romandaki betimlemelerde de bazı eserlere göndermeler mevcut. Sözgelimi karakterin öfkesini anlatırken, bir anda Kubrick’in 2001‘indeki kocaman siyah kayanın göğsünün üzerine bindiğini söyleyebiliyor yazar. James Joyce, Kafka, Borges ve daha birçok yazarın isminin de anıldığı Kıyamet’in bu bakımdan ‘yeni’ olduğunu iddia edebiliriz. Zira post-modern edebiyatta da pek tercih edilmiyor böylesi yöntemler. Daha çok sinemada rastlıyoruz bu tip bol göndermeli eserlere.

Kıyamet’in güçlü altyapısının en büyük harcı ise dedektif ile daha önce hiç görmediği oğlu Emmanuel ile arasındaki maille yapılan yazışmalar. İlkin kim olduğunu anlayamadığınız Emmanuel, sonradan romanın gizli öznesi olup gidişata büyük etkide bulunuyor. Bir psikiyatri  koğuşundan yazıyor bu mailleri Emmanuel; hayli refah bir hayat geçirmesine rağmen, küçüklükten itibaren yakasını bırakmayan fiziksel rahatsızlıklar –ki bu hastalıkların kökünde kuşkusuz ki ‘baba’ var- ve sonrasında gelen bayılmalar sonucunda kendisini buraya hapset(tir)miş. “Hayat vermek, can almaktan çok daha yıkıcı ve meşum bir güçtür. Ne kadar sakil ve budala olursa olsun yaşayan her mahlukta bu güç vardır. Her babanın baba olmasının tek sebebi bu güce karşı koyamamasıdır.” Dolayısıyla çocuk da, yani burada Emmanuel de ömrünün sonuna kadar, babalık denen bu gücün bedelini ödeyecektir.

z1306j59Zagreb, 13.06.2012. (pogled)- Andrej NIKOLAIDIS- Foto  Darko JELINEK

Kıyamet’in bir yerinde Dr Schulz, Lacan portresinin altına oturarak şunları söylüyor: “Bir kitabı yok etmek, babalık denen dramın son noktasıdır. Bir kitabı yakan oğul, Baba’ya ve onun söz konusu kitapta yer alan Yasa’sına karşı isyan etmiş olur. Ama kendi eserini yakan bir Baba, oğlunu kendi isminden ve Yasa’sından mahrum bırakır.”

Yakılmış bir kitap, baba ile oğulun arasındaki bağın ortadan kalktığı yer ise Kıyamet gibi bir kitabın yazılmış olması kopuk olan bağın kurulması anlamına gelir açık bir biçimde. Zira, babanızı öldürmek için (kitap) yakarsınız (Freud, Totem ve Tabu’da ilkel kabilelerde özürlük isteyen oğulların despot babaları öldürdüğünü belirtir.), babanızla yüzleşmek için (kitap) yazarsınız. Kafka da böyle yapmamış mıydı?

KıyametKıyamet

Andrej Nikolaidis

Aylak Kitap

124 s.

 


Önce kitapları yaktılar: Tarihteki 40 kitap soykırımı vakası

$
0
0

“İyi bir iş. Pazartesi günleri Millay’ın, Çarşamba günleri Whitman’ın, Cumaları ise Faulkner’in kitaplarını yak, kül olsun, sonra külleri de yak. Bu bizim resmi sloganımız.”
Fahrenhayt 451 – Ray Bradbury

10 Mayıs 1933’de Berlin’in Opernplatz meydanında toplanmış Nazi gençleri ideolojileriyle bağdaşmayan 20.000 kitabı hastalıklı bir coşkuyla yakıyorlardı. Onları gelecekte, çoğu fırınlarda yakılan 6 milyon Yahudi’nin ve sakatından eşcinseline daha nice insanın vebali altında bırakacak olan da aynı coşkuydu. Sadece Naziler mi, Romalılar da kitapları önce Hıristiyanlığı yaydıkları için, sonra da Hıristiyanlıkla bağdaşmadıkları için yaktılar. Tarih, din ya da ideolojiler yüzünden gerçekleşen pek çok kitap yakma vakasıyla dolu.

Yakın bir gelecek düşünün. Gelişen teknoloji sayesinde artık evler ve işyerleri yanmaz şekilde inşa edilmeye başlanmış. Bu durumda ıskartaya çıkan ilk şey itfaiye teşkilatı oluyor. Ama onların imdadına da, hayal gücünün, serbest düşüncenin ve çeşitliliğin en büyük günah sayıldığı bu disütopik toplum düzeninde ortaya çıkan yeni bir iş kolu yetişiyor: Kitap yakıcılığı. İtfaiyeciler artık yangın söndürmeyecek, yangın başlatacaklardır. Bütün kitaplar bir çırpıda imha edilir ama evlerinde gizli gizli kütüphaneler saklayan bazı kendini bilmez aşağılık entelektüeller hala vardır. Neyse ki mevcut sistemi özümsemiş, devletine bağlı, sağduyulu vatandaşların ihbarlarıyla bu kişiler birer birer ortaya çıkarılmaktadır. Bunların da kitaplarıyla birlikte yakılmasında bir sakınca yoktur.

Ray Bradbury bu kitabını yazarken tarihteki kitap yapma vakalarından ama özellikle de bu vakalara yol açan baskıcı, faşist, vatandaşını tekdüzeleştiren yönetim şekillerinden ilham almıştır. Bradbury durumu keskin bir dille eleştirmiş olsa da, kitap yakmalar (ne kitabı, yazar yakmaların), yasaklamalar, sansürlerin sonu gelmiyor. Muhtemeldir ki insanoğlu yeryüzünde yürüdüğü sürece de gelmeyecek. Biz yine de mağlubiyet hissiyatına teslim olmayalım ve tarihin karanlık sayfalarını bir kez daha karıştıralım…

“Kitaplar hiçbir şey anlatmıyor inan! Hiçbir şey, öğrenebileceğin, ya da inanabileceğin. Hepsi hiç var olmamış insanlarla ilgili, hayal unsuru, uyduruk romanlar. Eğer roman değillerse, o zaman daha da beter, bir profesör ötekine budala diyor, bir filozof diğerinin gırtlağına basmış bağırıp duruyor. Hepsi koşuşuyorlar, yıldızlara üfleyip güneşi söndürüyorlar. Sen de kendini kaybediyorsun.”
Fahrenhayt 451 – Ray Bradbury

1. Danışmanın tavsiyesine uyan İmparator Quin Shi Huwang, Qin kaynaklı tüm felsefe ve tarih kitaplarının yakılmasını emretti. Devlet zoruyla kabul ettirilmek istenen resmi tarihe karşı çıkan kimi filozof ve tarihçiler de bu alevlerden nasibini aldı. (MÖ 213)

2. Paflagonya’da (bugün Kastamonu, Sinop ve Çankırı’nın bulunduğu bölge) 160 yılında gerçekleşen bu olayda, tarihte şarlatan olarak bilinen sahte peygamber Alexander’ın emriyle Epikür’ün kitapları çarşı meydanında yakılmıştı.

3. Roma İmparatoru Diocletian, Mısır dilinde yazılmış simya metinlerini yaktırdı.(292)

4. Roma İmparatoru Diocletian yeni dinin hızla artan inananlarına karşı açtığı savaş doğrultusunda tüm Hıristiyan kitaplarının yakılmasını emretti. (303)

5. Da Vinci’nin Şifresi’ni okuyanların gayet iyi bildikleri 325 yılında yapılan ilk İznik Konseyi’nden sonra İskenderiyeli Arius tarafından kaleme alınmış tüm Arianism kitaplarının kafirlik içerdikleri için yakılması kararı çıktı.

6. Batı Roma İmparatorluğu’nun önemli generallerinden biri olan Flavius Stilico, gizli ilimlerle ilgili olduğu tahmin edilen Sibyllian Kitapları’nı yaktırdı. Bir inanışa göre tüm eski felaketleri içeren bu kitaplar sayesinde olacak doğal felaketlerin tarihini belirleyebilmek mümkündü. (400 yılı civarı)

İskenderiye Kütüphanesi Rivayetleri
7. İskenderiye Kütüphanesi’nin yakılmasıyla ilgili elde kesin tarihi bir belge yoktur. Kütüphanenin dört olay sırasında zarar görme ihtimali vardır. MÖ 43’te şehri işgal eden Sezar, 3. yüzyılda şehre saldıran Aurelian ya da 391’de 1. Theodosius’un verdiği tüm pagan eserlerinin yok edilmesi emriyle hareket eden Theoplius kütüphaneye zarar vermiş olabilecek muhtemel isimlerdir. Ama en çok kabul gören görüş kütüphaneyi 642’de şehri ele geçiren Müslümanların yaktığıdır. Ama bunun hikaye mi yoksa tarihi bir olay mı olduğu halen kesinlik kazanmamıştır. Hikayeye göre kütüphanedeki kitap 6 ay boyunca şehrin hamamlarının yakacak kaynağını karşılamıştır.

8. 5. yüzyılda kafirlik yaydıkları gerekçesiyle Etrüsk Disiplini’ni öğreten kitaplar yakıldı.

9. 435 yılında Konstantinapolis Patriği Nestorius’un kitapları toplatıldı ve yakıldı.

10. 13. yüzyılda Katolik Kilisesi Fransa’daki Catharism mezhebi takipçilerine bir haçlı seferi düzenletti. Ele geçen tüm Cathar metinleri yok edildi.

11. 1233’te Yahudi din adamı Moshe ben Maimon tarafından yazılan Guide for the Perplexed (Kafası Karışmış Olana Rehber) Fransa’da Montpellier’de yakıldı.

12. Yahudi kanunları, ahlakı, gelenekleri ve tarihi hakkında tartışmaların yer aldığı Talmud, Fransa’da yakılan bir diğer Yahudi kitabı oldu. 1242’de yakılan kitap Paris’te kurulan mahkemede suçlu bulunmuştu.

13. 1410’da John Wycliffe’in kitabı Prag başpiskopusu tarafından yakıldı. Amaç Jan Hus’un öğretilerinin önüne geçmekti.

14. İspanya’da Engizisyon’un başındaki isim olan rahip Tomás de Torquemada katolik olmayan kitapların yakılmasını emretmişti. Buna Yahudi Talmud’ları ve Arap kitapları da dahildi.

15. İtalyan rahip Girolamo Savonarola’nın takipçileri Floransa’da bulabildikleri tüm dine aykırı kitapları (Bocaccio’nun Decameron’u ve Ovid’in tüm eserleri başta olmak üzere) toplayıp yaktılar. Ateşi canlandıran ürünler arasında kozmetikler, oyun masaları ve açık saçık resimler de vardı. (1497)

16. 1499 ya da 1500 yılında İspanya’nın Andalucia kentinde bir milyonun üstünde Arapça ve İbranice kitap yakıldı. Fetvayı veren Granada başpiskoposu Cisneros idi.

17. 1525 ve 1526 yılında William Tyndale tarafından yapılan İncil’in çevirisi bulunduğu her yerde devlet eliyle yakıldı.

“Bitişik evdeki kitap, dolu bir silahtır. Yakın gitsin. Silah ateş edemesin. Adamın kafasını koparın. İyi okumuş bir adamın hedefi olmayacağından kim emin olabilir ki?Ben böylelerini hazmedemem, bir dakika bile. Sonunda tüm dünyada, evlerin hepsi yanmaz duruma getirilince itfaiyecilere eski amaçlarıyla ilgili gerek kalmadı. O zaman onlara yeni bir görev verildi, barışın koruyucuları olarak. Resmi sansürcüler, yargıçlar ve infazcılar oldular onlar. İşte sen ve ben de bunlardan biriyiz.”
Fahrenhayt 451 – Ray Bradbury

Kitaplarıyla birlikte yakılan adam
18. Ptolemy’nin Coğrafya kitabının çevrisinde yazdığı bir ifade yüzünden Cenova şehir konseyi tarafından kafir ilan edilen Servetus 1553’te yazmaları ve kitaplarıyla birlikte yakıldı.

19. Yucatan’a başpiskopos atanan Diego de Landa tüm Maya kutsal kitaplarını yaktırdı.

20. İncil’i herkes okuyabilsin ve kilisenin cahil halkı sömürme devri kapansın diye İncil’i Almancalaştıran Martin Luther’in çevirileri Papa’nın emriyle yakıldı. (1624)

21. 1683 yılında bugün medeniyetin ve eğitimin beşiği sayılan Oxford Üniversitesi’nde Thomas Hobbes ve diğer bazı yazarların kitapları yakıldı.

Kasabanın gururu William Tell
22. En ilginç kitap yakma vakalarından biri. 1760’da Simeon Uriel Freudenberger bir yazmasında İsviçre halk kahramanı William Tell’in (ya da Giyom Tell) bir efsane olduğunu, ona yakıştırılan kahramanlıkların aslında hiç gerçekleşmediğini yazacak olmuştur. Bunun üzerine Altdorf halkı ayaklanıp bu yazmaları topluca yakar. Altdorf, William Tell’in oğlunun başındaki elmayı vurduğu yerdir.
(resimaltı: William Tell ve oğlunun Altdorf’daki heykeli)

23. Fransız devriminin en ünlü önderlerinden Robespierre 1793’te dini kütüphanelerin ve kraliyet ya da Fransız krallarını olumlayan her türlü kitabın yakılması talimatını vermişti.

24. Louise Braille’in körlerin okuyup yazabilmesini sağlayan Braille yazı sistemi bugün hala kullanılıyor. Ama 1842’de Paris’teki körler okulu yetkilileri, yeni müdürleri Armand Dufau’dan bu yöntemle yazılan tüm kitapların yakılması emrini aldılar. Okuldaki tüm kitaplar yakıldıktan sonra Louis Braille’i destekleyenler Dufau’ya isyan edip bu yöntemi kullanmaya devam ettiler. Ve Braille okulda yeniden kullanılmaya başlandı.

25. Bolşevikler Çar II. Nikolay’ı tahtından indirip 1917’de Büyük Ekim Devrimi’ni gerçekleştirdikten sonra Komünizm ile ters düşen tüm kitapların imha edilmesini emrettiler. Bu kitaplar arasında pek çok dini ve tarihi kitap da vardı.

26. Indiana, Warshaw’daki kütüphanenin yetkilileri kendisi de Indiana doğumlu olan Theodore Dreiser’in kitaplarını yakılmasına karar verdiler. Bu kararı almalarında Dreiser’ın gerçekçi romanlarında resmedilen düşük hayatların rolü olmuştu. (1935)

Nazilerin kitap soykırımı


27. Richard Euringer, Nazi Partisi’ne ait Völkischer Beobachter gazetesindeki yazılarıyla partiye adanmışlığının sınır tanımadığını gösteriyordu. Bu sayede kısa sürede Goebbels’in gözüne girip Essen’de kütüphanelerin yöneticiliğine getirildi. En büyük icraatını gerçekleştirebileceği bir konumdaydı artık. Yahudi yazarlara ait ya da Nazi ideolojisine ters düşen kitapların bir listesini hazırladı. Listede 180 bin kitap vardı. Liste hazır olduktan sonra iş bu kitapları üniversite kütüphanelerinden toplatmaya ve bir kibrit çakmaya kalıyordu. Nazi Partisi’nin genç üyelerinin başı çektiği şuursuz kitleler bu sorumluluğu seve seve üstlendi. 1933’ün 10 Mayıs gecesi Berlin 20 bin kitabı kül eden alevlerle aydınlanırken, insanlık tarihi bu delilik ateşinin kara dumanıyla gölgeleniyordu. Eylem sonraki günlerde de devam etti. Almanya’nın dört bir yanından eli kolu kendi “yakacaklarıyla” dolu olarak gelen öğrenciler Nazi ateşini beslemek için ellerinden geleni yaptılar. Yakılan kitaplar arasında Karl Marx, Thomas Mann, H.G.Wells, Heinrich Heine, Erich Maria Remarque gibi yazarların eserleri de bulunuyordu.

28. 1937’de Brezilya’daki diktanın başında olan Getulio Vargas ünlü yazar Jorge Amado’nun kitaplarının sokaklarda yakılmasını emretmişti. Amado, Brezilya Komünist Partisi’nin aktif bir üyesiydi.

29. 1948’de rahipler, öğretmenler ve anne babaların güdümündeki çocuklar 2000 çizgi roman yaktılar.

30. 1940’lı yılların sonunda Sovyetler Birliği’ndeki Yahudi kültürünün kökünü kazımak isteyen Stalin, Çin sınırında bulunan Yahudi Otonom Eyaleti’nin başkenti Brobidzhan’da bulunan Judaica koleksiyonunu yaktırdı.

ABD’de Cadı Avı
31. Sanat dünyasında başlattığı Cadı Avı ile tarihe geçen Senatör Joseph McCarthy Amerika’daki gizli komünistleri ortaya çıkarmak için kurduğu komitenin ve basının huzurunda komünizm sempatizanı yazarların imzasını taşıyan ve halihazırda Avrupa’daki Amerikan kütüphanelerinde bulunan kitapların bir listesini açıkladı. (1953) Dış İşleri Bakanlığı McCarthy’ye boyun eğdi ve deniz aşırı kurumlarına komünistlerin, onlarla bir şekilde hukuku olan arkadaşlarının ve muhaliflerin yazdığı bu tür kitapların raflarından kaldırılması emrini verdi. Bazı kütüphaneciler yasak gelen bu kitapları hemen yaktılar. Başkan Eisenhower bu barbarlığa şu sözlerle karşı çıktı: “Kitap yakanlardan olmayın… Kütüphanenize gidip her kitabı okumaktan çekinmeyin.”

“Güldürüden söz eden birçok başka kitap var; gülmeyi öven birçok kitap da. Niçin bu kitap içini öylesine korkuyla dolduruyordu?”
Gülün Adı – Umberto Eco

32. Ünlü psikiyatrist ve yazar William Reich, Star Wars külliyatına aşina olanların iyi bildiği “force” fikrini çok önceden geliştirmişti. Onun “orgone enerjisi” adını verdiği bu şey “evrensel yaşam enerjisi”ydi. Onun inancına göre mavi renkli bu enerji tüm evreni dolduruyor ve bu enerjinin yeterli olmaması bazı hastalıkları tetikliyordu. Reich, bu enerjiyi toplayabilmek için bir orgone akümülatörü bile inşa etmişti. Psikologlar ve bilim adamları onun bu iddialarını ciddiye bile almıyorlardı. Bu noktada devreye Yiyecek ve Uyuşturucu Dairesi (FDA) girdi ve Reich’a soruşturma açtı. Reich kendini savunmayı reddetti. Federal savcı Reich’ın tüm orgone enerjisi cihazlarını ve kitaplarını imha edilmesi emrini verdi. 1956’da emir yerine getirildi. 1960’da Reich’ın 6 ton kitabı daha yakıldı. 1957’de hapishanede kalp krizinden ölen Reich bu karanlık eylemi göremedi.

33. 1965’de Endonezya’daki darbenin ardında iktidarı ele geçiren Suharto, sol görüşlü yazar Pramoedya Ananta Toer’i hapise attı. Bununla da yetinmeyip tüm kütüphanesini ve yeni kitabının çalışma notlarını da yaktırdı. Toar yine de hapisteyken hücre arkadaşlarına sözlü olarak aktardığı kitabını bitirebildi. (This Earth of Mankind)

34. Mayıs 1981’de Sri Lanka’daki Jaffna kütüphanesi yakıldı. Güney Asya’nın en zengin kütüphanesi 95 bin kitap yok oldu. Bunların arasında çok nadir olan palmiye yaprağı yazmaları da vardı.

35. Bosna Savaşı sırasında Sarajevo’daki Doğu Enstitüsü’ne yangın el bombalarıyla saldırdılar. Tüm kitap ve el yazma koleksiyonları kül oldu. Tarihteki “tek seferde en büyük toplu kitap katliamı” belki de bu olmuştu.

36. 1986’de Valparaiso’da Şili İçişleri Bakanlığı, Augusto Pinochet’in emriyle Gabriel Garcia Marquez’in Clandistine in Chile: The Adventures of Miguel Littin (Şili’de Gizlice: Miguel Littin’in Maceraları) adlı kitabının 15 bin baskısını yaktırmıştı. Kitap Şilili film yapımcısı Miguel Litti’nin 12 yıllık sürgünden sonra gizlice geldiği ülkesindeki izlenimlerini aktarıyordu.

37. 1990’da Kanada, Alberta’da Full Gospel Birliği inananları içinde öne sürülen fikirlere katılmadıkları ya da Tanrı’nın öğretisinin aksini söyleyen kitapları yaktılar.

38. Akıl ve beden gelişimine yönelik düşünce sistemi Falun Dafa’nın prensiplerini öğretmeye yönelik kitapların tamamı 1999’da Komünist Çin Hükümeti tarafından yakıldı. Devlet bu düşünce sisteminin şeytani bir inanç olduğunu ve ülkenin istikrarı için tehdit oluşturduğunu açıkladı.

39. Ocak 2001’de Mısır Kültür Bakanlığı Abu Nuvas’ın eşcinsellik temalı şiirlerden oluşan kitaplarını Köktendinciler’in baskısıyla yaktırdı.

40. Çocukların, gençlerin ve hatta çoğu yetişkinin bayılarak okuduğu Harry Potter kitapları New Mexico, Alamogorda ve Iowa, Cedar Rapids gibi dinlerine sıkı sıkıya bağlı insanların Hıristiyanların yaşadığı yerlerde bir değil, birkaç kez topluca yakıldı. Halen Evangelistler Harry Potter karakterini şeytan, Ortodokslar ise kitapları satanist metinler olarak değerlendiriyorlar. Katolikler arasında farklı görüşler hakim ama metinlerin arkasında şeytanın gizli olduğu düşünenlerin sayısı hiç de az değil.

Karanlıktan Gelen Kahraman: Drizzt Do’Urden

$
0
0

anayurt-drizzt

Fantastik kurgu edebiyatının en önemli eserlerinden biri olan Kara Elf Üçlemesi’nin çizgi roman uyarlaması Türkçe’de.

sisko-ninja
Ege Görgün (Landlord)

Büyük yazarlar yalnızca yazdıkları eserlerdeki karakterlerin kaderlerine hükmetmezler. Onlar çoğu zaman o eserleri okuyan kişilerin hayatlarına da yön verme kudretini gösterirler. Onları “büyük yazar” yapan budur işte.

R.A.-Salvatore

Fantastik kurgu edebiyatı içinde yer alan kılıç ve büyü segmentinin bugünkü en önemli yazarlarından olan Robert Anthony Salvatore’nin, ya da daha bilinen imzasıyla R.A. Salvatore’nin kaderine de böyle büyük bir yazarın müdahalesi olmuş. Salvatore üniversitede okurken kendisine yılbaşı hediyesi olarak verilen bir kitaptan sonra iflah olmaz bir fantastik kurgu okuru olmuş ve yazmaya merak salmış. Sonra işi daha da ileri götürüp bilgisayar bölümünde okurken gazeteciliğe geçmiş. Onu böylesine karalar almaya motive eden kitap ise elbette J.R.R. Tolkien’in Yüzüklerin Efendisi Üçlemesi.

lord of the rings

Salvatore bugün kitapları en çok satan, yarattığı karakterlerin Dungeons and Dragons bilgisayar oyunlarına taşınmasıyla en çok kazanan yazarlardan biri. Salvatore’nin yarattığı karakterler içinde en ünlü olanı ise Drizzt Do’Urden. Kötülük, ihanet ve zalimliği bir hayat görüşü, bir inanç haline getirmiş halkına sırtını dönmüş, yeraltındaki devasa mağarlarada bulunan anayurdunu terk etmiş bir Kara Elf. Drizzt aynı zamanda büyük roman karakterlerinin yaratıcılarının tasavvurunu aşıp, kendi kaderleri üstünde kısmen söz sahibi olabileceklerinin kanıtı. Çünkü Salvatore, Drizzt’i Unutulmuş Diyarlar evreninin bir başka üçlemesi için asıl kahramana eşlik edecek yardımcı bir karakter olarak yaratmıştı. Ancak Drizzt öylesine sevildi ki, Salvatore onun hikayesini anlatan bir üçleme yazdı: Anayurt, Sürgün ve Göç. (1990-91) Drizzt’in maceraları daha sonra başka kitaplarla da devam etti.

DrizztDrizzt’in hikayesinin başlangıcı olan ve onun amansız bir savaşçıya dönüşmesinin ardından halkını terk etmeye iten olaylar silsilesini anlatan Anayurt 2006’da çizgi roman olarak piyasaya çıktı. Salvatore’nin süpervizörlüğünde, yazar Andrew Dabb ve çizer Tim Seeley elinden çizgi romana dönüşen çizgi romanın anlatımı ve çizimleri, Anayurt’u üçlemeye ya da türe uzak olanların bile kolaylıkla ve keyifle okuyabilmelerine olanak sağlıyordu.

Son yıllarda ülkemizde de türe duyulan ilginin ve fantastik kurgu eserlerine gösterilen talebin artması Drizzt Do’Urden çizgi romanlarınının Türkçe olarak yayınlanmasını da mümkün kıldı. Lal Kitap’tan çıkan Unutulmuş Diyarlar: Drizzt Efsanesi 1 – Anayurt’un çevirisini Bahadır Zaimoğlu yapmış.

Darbe-der Tarık Akan’ın Hikayesi: Anne Kafamda Bit Var

$
0
0

80 Darbesi’nin ardından tutuklandığında esir kamplarını aratmayacak tutukluluk şartları, dayak ve işkence ile tanışan Tarık Akan’ın başına gelenlerin gösteriyor ki darbelerin tanıdığı tek yıldız apoletlerin üstündekiler oluyor.

Tarık Akan 80 darbesi sonrası tutuklandığında yaşadıklarını Can Yayınları’ndan 2002 yılında çıkan Anne Kafamda Bit Var adlı kitabında anlatmıştı. Almanya’da kalabalık bir sanatçı topluluğuyla gittiği turnede gerçekleşen bir ödül töreninde yaptığı bir konuşma Tercüman gazetesinde çarpıtılarak haber yapılınca hakkında tutuklanma kararı çıkmıştı ünlü aktörün. Tercüman gazetesine göre Akan bu konuşmada sol kolunu kaldırarak “Birinci Kurtuluş Savaşı’nı kaybettik, ikincisini kazanacağız!” demişti. Suçu “Devletin hariçteki devletin itibar ve nüfuzunu kıracak şekilde devletin dahili vaziyeti hakkında yabancı bir memlekette asılsız ve mübalağalı maksadı mahsusa müstenide ve milli menfaatlere zarar verecek şekilde faaliyette bulunmak” idi. Akan’ın konuşmasında hiç geçmediğini iddia ettiği bu cümleyi sarf ettiğine şahitlik eden Alamancı tanıkların yanı sıra (ki sonradan verdikleri adresler kontrol edildiğinde, o ikametlerde öyle birilerinin olmadığı ortaya çıkacaktı) aynı turnede bulunan Osman İşmen’in imzalı, yeminli ifadesi vardı. Neyse ki İşmen hiç okumadığı bu ifadenin baskı altında ve tehditle imzalatıldığını itiraf edecekti mahkemede de Akan aklanacaktı.

Tarık Akan’ın tutukluyken başına gelenleri tafsilatlı şekilde öğrenmemiz için kitabı okumanızı tavsiye ederim. Ben yalnızca medyanın bu konudaki duruşunu gösteren bir iki ayrıntı aktarmak istiyorum kitaptan. O dönem “Allahsız” komünistlerle mücadele etmek uğruna iftiraya varan şeyler yazmaktan geri durmayan, “kul hakkı” denen mefhumu ancak işlerine gelince hatırlayan bir anlayışa sahip olduğu anlaşılan Tercüman’ın duruşu zaten anlaşılmıştır. Onu geçelim bir kalem…

Türkiye’ye adım atar atmaz hava alanında tevkif edilen Akan’ın o sırada yanında bulunan ve Akan’ın “Abi, gazeteniz yazar artık olup biteni; hem bu benim için savunma olur,” dediği Nezih Demirkent şöyle karşılık veriyordu: “Sen hiç merak etme gereken her şey yapılacaktır.”

Akan’ın kamuoyu desteği yaratma konusunda umut bağladığı gazete Demirkent’in yazı işleri müdürlüğü yaptığı Hürriyet idi. Ancak Akan günlerce süren ızdıraplı bir sürecin ardından tutuksuz yargılanmak üzere salıverildiğinde Hürriyet’te tutuklanma haberi dışında en ufak bir haber yayınlanmamış olduğunu öğrenecekti. Hürriyet’in bu duruşunu tarif etmek kolay, çünkü bu duruşun halihazırda bir adı var zaten: esas duruş. Bu duruşun ne kadar zorlamayla, ne kadar tercihen benimsendiğini ise o dönem gazetenin bünyesinde olanlardan dinlemek lazım.

Tarık Akan’ın anılarını paylaştığı kitaptan “esas duruş” tercih edenler bir diğer ismin de Sıkıyönetim’in TRT Genel Müdürlüğü’ne atadığı Uğur Dündar olduğu sonucu çıkıyor. Yüksek rütbeli bir polis müdürü olan işkenceci bir yetkiliye nezaket ziyareti yaptığı sırada Tarık Akan gözleri bağlı olarak yanlarına getiriliyor. Müdür onlar odadayken yarım kalan işkencesine devam etmeye gitmek için yanlarından ayrılmakta bir mahzur görmüyor.

Müdür geri döndüğünde “Ulan, suratında az daha elimi kıracaktım” diyor. Astları işkenceye devam ederken yakınlarda bir yerde, sanki gündelik işlerinden mola almış bir esnaf gibi Dündar’la sohbete başlıyor. Ardından Akan’a dönüyor. “Sen şimdi bunu film yaparsın değil mi?”

Tarık Akan 31 Mart 1982’de beraat eder. Daha sonra 1979 yılında İzmir’de Nazım Hikmet’in doğum yıldönümüne katılmak ve Barış Derneği’ne üye olmak “suçlarından” yine yargılanıyor Akan. Spor salonunda yapılan o doğum yıldönümüne binlerce insan katılmışken bir tek Akan’a dava açılmıştır. 1987’de o davadan da beraat eder.

Darbelerin gerekliliği ya da gereksizliği konusunda bir şey söyleyecek yetide değilim. Ama darbelerin yarattığı o “darbe-der” ortamını yermek için herhangi bir yeti gerekmiyor, insan olmak kafi.

Oğuz Makal’ın Sinema-tarih Yorumları: Sinemada Tarihin Görüntüsü

$
0
0

259073_0

Kalkedon‘un Sinema Dizisi’nden çıkan “Sinemada Tarihin Görüntüsü“, eserlerine / görüşlerine her daim kulak kabarttığımız Oğuz Hoca’nın son incelemesi anlamına geliyor. Yeni çalışmasını yedinci sanat ile tarih ilişkisinin yüzyılı aşkın bir zamana yayılan serüvenine ayıran Makal, bu kapsamdaki ilk önemli yapıta da imza atıyor.

tuncer2 Tuncer Çetinkaya 

Bilindiği gibi sinemanın tarihsel olaylara eğilmesinin başlangıcı, bu sanatın neredeyse ilk adımlarına rastlıyor. Sessiz yılların en heyecan verici türleri arasında -Melies üretimlerinde olduğu gibi- fantastik bilimkurgular kadar westernler de yer alıyor ve orada, yakın sayılabilecek bir “geçmiş” söz konusu olsa da, “tarihle buluşmanın” ilk adımları atılıyordu.

1

Guise Dükü’nün Öldürülmesi

Bu konuda daha da ileri bir adım, 1908 yılında, konusunu II. Heny döneminde yaşanan bir cinayetten alan “Guise Dükü’nün Öldürülmesi” filmiyle atıldı. Geçtiğimiz yüzyılın ilk çeyreğinde tıkanma noktasına gelen ve başlangıç günlerinin ihtişamını arayan Fransız sinemasının sanatsal film arayışlarında çok önemli bir durak olan film, adına ‘Film d’Art’ denilen ve ünlü Lafitte kardeşler öncülüğünde başlayan bir sürecin sonucunda, -kısa süreli olmasına karşın- sinemanın ufkunu açmıştı. André Calmettes ve Charles Le Bargy‘nin imzasını taşıyan ve tiyatro kökenli oyunculara yer vermesiyle de dikkat çeken yapım, sinema tarihinin ilk galasıyla da gündeme gelmiş ve “aydınlarla sinemanın buluşma noktası” olarak adlandırılmıştı. En büyük yankısını Yeni Dünya’da bulan “Guise Dükü’nün Öldürülmesi”, Fransızların sürdüremediği ama Amerikalıların ufkunu açan sinemasal bir dönemi özetleyen en önemli yapım olarak dikkat çekmekle birlikte, bu yeni sanatın “sınırlarını / sınırsızlığını” ifade ediyor; ayrıca sinema-tarih ilişkisine önemli bir anlam kazandırıyordu.

2

Ardından gelen ve bir başka yazıda ayrıca incelenmeyi hakeden İtalyan epikleri, yankısını yine Hollywood’da bulurken, sonrasında perdeyi kaplayan egzotik kahramanlar, maceranın devam ettiğini vurgulayıp durdu. “Şeyh” ve “Bağdat Hırsızı” gibi erken dönemin üstün yapımları, Valentino ve Fairbanks aracılığıyla yeni temsiliyetler peşinde koşarken, tarihten beslenmeyi sürdürdü. İlginçtir; erkek dünyasını özne kılan bu parlak başlangıç, on yıl kadar sonra, yine tarihle kol kola yürüyecek olsa da, öykülerin ana kahramanları bu kez Dietrich ya da Garbo gibi kadınlar olacaktı.

Abel Gance ve Dreyer gibi ustaların deneysel ürünleri epikle olan bağları sıkı tutarken, Devrim Sineması da 2. Paylaşım Savaşı’na ramak kala, köklerine doğru bir yolculuğa çıkacaktı (“Alexander Nevsky”, 1938, Eisenstein). Bu, Fritz Lang‘ın Nazilerce en çok beğenilen filmi “Nibelungen“de de görülebileceği gibi ideolojinin tarihle buluşmasına yol açan ilk örnek değildi elbette.

6 5

Yukarıda, başlangıç yıllarına doğru kısa bir yolculuk yaptığımız ilişkiyi, türleri / eğilimleri göz ardı etmeden ve farklı tarihsel süreçler içinde titizlikle ele alan Oğuz Makal, kitabında -“Cezayir Savaşı” ve “Danton“da da rastladığımız üzere-, kimi dönemlerin ele alınışının ardından yapılan tartışmalara da yer veriyor.

Baudrillard‘ın “‘Sinema aracılığıyla bir tarih bilincine sahip olma’ gibi bir düşünceden alınacak keyif de bir ilizyondan başka bir şey olmayacaktır” sözlerine atıfta bulunan kitap, söz konusu işbirliğinin kapsamlı bir özeti olduğu gibi, filmler ve olgular üzerinden “tarihe nasıl yaklaşıldığı” üzerine de önemli şeyler söylüyor.

4 3

Kurosawa‘dan Mankiewicz‘e, “Ben Hur“un ihtişamından “Kleopatra” bozgununa, büyülü fenerin epikle dostluğu; Fransız Devrimi’nden İspanyol İç Savaşı’na belleğimizdeki tarihsel olayların sinemada bulduğu yankı, bu önemli eseri temel bir başvuru kaynağına dönüştürüyor. Yine de son sözü Baudrillard‘a bırakalım:

“Tarihin sinema aracılığıyla yeniden şırıngalanmaya çalışılmasının bilinçlenmeyle değil, yitirilmiş bir gönderenler sistemine duyulan özlemle ilişkisi vardır. Bu sinemanın tarihe hiç önem vermediği, güncel bir süreç, bir diriliş değil bir direniş biçimi olarak gösterilmediği anlamına gelmez. Gerçek yaşamda da sinemadakine benzeyen bir tarih olmuştur, ancak bugün bu tarih ortadan kaybolmuştur. Sinemanın bize ‘gösterdiği’ (bizden çalınmış) tarihin ‘tarihsel gerçek’le olan ilişkisi, resim alanında klasik gerçekçi görüntülerle neo-figürasyon arasındaki ilişkiden yoğun değildir.”

Uzaylılara Afyon kaymağı yediren kitap: Black Genesis – L. Ron Hubard

$
0
0

Sciencetology inancının mimarı, Battlefield Earth adlı bilimkurgu serisinin pek ünlü yazarı L. Ron Hubard’ın 10 kitaptan oluşan Mission Earth serisinin ikinci kitabı Black Genesis‘in kapağında Türkiye’nin olması, ülkemizin bu “uçuk” macerada önemli bir rol üstlenmesinden kaynaklanıyor.

 Ege Görgün (Landlord)


110 gezegenli bir federasyon olan Voltar’ın gelecek 100 yıllık planları içinde Dünya’nın istilası da yer almaktadır. Ama 100 yıl içinde bizim dünyamızı kirlilik ve savaşlarla yok edeceğimiz bilgisine sahiptirler. Bu kötüye gidişin sorumlusu ise dünyanın en zengin adamı Delbert John Rockecenter’dir (Rockefeller’la benzerliğe dikkat!) Rockecenter dünya nüfusunu uyuşturucular ve rock’n roll aracılığıyla kontrol etmeye çalışmaktadır. Rock özellikle homoseksüelliğin yaygınlaştırılması için kullanılmaktadır.

Voltarlılar en iyi subaylarından biri olan Heller’ı bunu engellemesi için dünyaya yollarlar. Voltar gizli servisi Apparatus’un yöneticisi Lombar Hisst bir ajanını da Heller’ın planlarını bozmak üzere görevlendirir. Heller sonradan şaşkınlıkla Türkiye’de, hem de Afyon’da gizili bir üssü olduğunu keşfedecektir. Bu üssün amacı Voltar’a uyuşturucu nakletmektedir. Anlaşılan odur ki Lombar Hisst Voltar’ın asillerini uyuşturucu müptelası yaparak federasyonun başına geçmeyi planlamaktadır.

En dandik B-Sinema örneklerine taş çıkaracak hikayesi dışında, acayip denebilecek cinsel sahnelere ve Hubbard’ın dünyanın gidişatına, hayata ve cinselliğe dair kaçıklık sınırlarında dolaşan muhafazakar düşüncelerinin alegorik yansımalarına, bir takım global komplo teorisi göndermelerine ev sahipliği yapan Mission Earth, onu gelmiş geçmiş en kötü bilimkurgu eseri olarak niteleyen kesime karşı bizi savunmasız bırakıyor açıkçası. Serinin ikinci kitabı Black Genesis‘in iç kapağında bir de Türkiye haritası yer alıyor. Sınırlar doğru çizilmiş ama şehir isimleri tam bir fecaat: Erzum, Ufra.

Kadıköy’de bir Hollywood Yıldızı: Akim Tamiroff

$
0
0

1949 tarihli Cagliostro filminde Akim Tamiroff ve Orson Welles birlikte görülüyor.

Bülent Bakar imzalı Esir Şehrin Misafirleri Beyaz Ruslar adlı kitap Bolşevik İhtilali’nden kaçıp İstanbul’a gelenlerin hikayelerini anlatıyor. Onlardan biri de sonradan Çanlar Kimin İçin Çalıyor filmindeki rolüyle En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında Oscar’a aday gösterilecek olan ünlü Hollywood yıldızı Akim Tamiroff idi.

 Ege Görgün (Landlord)

Çarlık Rusyası’nı sona erdirip Sovyetler Birliği’ni doğuran süreci başlatan Ekim Devrimi (24 Ekim 1917) milyonlarca insanın hayatını sonsuza dek değiştirmişti.

Lenin’in önderliğinde yönetimi ele geçiren Kızıllar ile Bolşevik karşıtı Beyaz Ruslar arasında patlak veren savaş yüzünden kanlı mücadeleler bir süre daha devam edecekti. Ancak çok sayı da aristokrat ya da soylu Beyaz Rus canını kurtarmak için ihtilalden kaçıp mülteci olarak başka ülkelere sığınmayı tercih edecekti. Mülteciler topyekün Beyaz Rus olarak adlandırılsalar da içlerinde Ukraynalılar, Tatarlar, Rumlar, Çerkezler, Türkmenler, Gürcüler, Karmuklar ve Ermeniler de vardı.

Beyaz Ruslar Türkiye’ye Mütareke yıllarında gelirler ve çoğunlukla Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde de ülkemizde kalmaya devam ederler. Tarihçi Kitabevi’nden çıkan Esir Şehrin Misafirleri Beyaz Ruslar önce bu insanların bize misafir gelmesine neden olan siyasi ve toplumsal olayları kronolojik olarak özetliyor. Ardından bu misafirlik süresince var olan koşulları ve ortaya çıkan gelişmeleri mercek altına alıyor. Son olarak da bu misafirliğin sosyal ve kültürel hayatımıza etkilerine ve yansımalarına göz atıyor. Ancak kitabın en ilginç bölümleri çoğunlukla eski gazete haberlerinden derlenmiş bilgilerle oluşturulan kişilere dair hikayeler. Ne yazık ki bu bölümler çok ama çok az yer tutuyor kitapta.

Bu hikayelerden biri sayesinde Kadıköy’ün yıllar önce bir Hollywood yıldızını ağırladığını öğreniyoruz mesela. Tiflis doğumlu, Ermeni asıllı bu ünlü oyuncu Akim Tamiroff. (1899-1972) Ernest Hemingway’in romanından uyarlanan ve Sam Wood’un yönettiği 1943 tarihli Çanlar Kimin İçin Çalıyor (For Whom the Bell Tolls) filmindeki rolüyle En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında Oscar’a aday gösterilen oyuncunun bir de Altın Küre ödülü var. Akim Tamiroff ayrıca İstanbul’da çekilen Topkapı (1964), bir Jean-Luc Godard klasiği olan Alphaville (1965) ve bir Orson Welles filmi olan Touch Of Evil’da (1958) da rol almıştı.

16 Nisan 1968 tarihli Akşam gazetesindeki habere dayandırılan hikayenin diğer bir kahramnı ise ünlü gazetecimiz Hikmet Feridun Es. Habere göre H.F. Es ile görüşme isteği Tamiroff’tan gelmiş. Tamiroff gazeteciler arasında bir Türk’ün olduğunu öğrenince hemen onunla görüşmek istemiş. Görüşmede Tamiroff’un Türkiye’ye iltica eden bir Beyaz Rus olduğu ve 3.5 yıl Kadıköy’de ikamet ettiği ortaya çıkıyor.

“Hiç unutmam büyük bir vapurla Kadıköyü’ne geçtik…Ah Kadıköy…Ne güzel, ne fevkâlade yerdir. Biraz piyano çalmasını bildiğim için piyano hocalığına başladım. Birçok büyük Türk ailelerine piyona dersi verdim. Bizim partide, muhacirler arasında gene meşhur sinema artisti Olga Çekova da vardı. Bir müddet o da Kadıköyü’nde oturdu. Canım Kadıköy… Şimdi nasıl? Muhakkak bir kere gidip İstanbul’u, Kadıköy’ü göreceğim…”

Tamiroff’un bu arzusunu en azından Topkapı çekimleri sayesinde bir kere gerçekleştirdiğini biliyoruz. Tamiroff’un sonraki sözleri ise Hollywood’ta Kadıköy’ün reklamını yaptığını kanıtlıyor.

“Kadıköyü’nü Marlene Dietrich’e o kadar anlatmışımdır ki ne zaman bir şey söylemek için ağzımı açsam. “Gene İstanbul’dan mı bahsedeceksin?” der. Maamafih ona Kadıköyü’nü o kadar çok anlattım ki Marlene de burayı pek merak etti. Muhakkak gidip Kadıköyü’nü, hem de beraber, görmek niyetindeyiz…”

Zamanın gazete muhabirlerinin, hele ki Hikmet Feridun Es’in haberlerini süsleme gayreti düşünülürse, okuduğumuz demecin mübağalalı olup olmadığı konusunda biraz kuşkuya düşüyoruz açıkçası ama Tamiroff’un Kadıköy macerasından şüphe etmemiz için herhangi bir sebep yok.

Hakan Günday’ın “Hiç”in peşinde koşan “Piç”leri

$
0
0

Geçtiğimiz günlerde Az adını taşıyan yedinci romanı yayımlanan Hakan Günday ile bu söyleşiyi Kasım 2003’te yapmıştım. Piç daha yeni yayımlanmış ve ben bir çırpıda okuduğum romana tam anlamıyla çarpılmıştım. Hakan Günday’ın değerinin bir gün anlaşılacağına o zamandan adım gibi emindim. Haklı çıktım. Günday bugün çok daha fazla tanınıyor, kitapları çok daha fazla satıyor.

Hakan Günday’ın 3. romanı “Piç” çarpıcı, özgün ve kışkırtıcı bir öykü anlatmaktan fazlasını yapıyor ve Türk Edebiyatı’nda yeni bir dönemin başladığını tescil ediyor.

“Bütün karakterlerim ‘hiç’in peşinde koşarlar ama ‘hiç’in ne olduğunu bilmezler. ‘Hiç’i aramanız için ‘her şey’­den nefret etmeniz şarttır.”

Hakan Gün­day bugüne kadar okuruna ulaşmış üç ki­tabı için böyle diyor. Övgülerle taçlandırı­lan Kinyas ve Kayra, pekçok kimsenin ge­çen senenin en iyi romanı olarak gördüğü Zargana‘dan sonra ye­ni çıkan Piç adlı kita­bında da alışılmışın dışında bir hikaye an­latıyor Günday. Yete­neklerine, bilgilerine, zekalarına, ailelerine, kısaca sahip oldukları her şeye ihanet eden dört gencin hikayesi bu.

Hakan Günday kitapları söz konusu olduğunda anahtar kelime nihilizm. Anarşist, punk, varoluşçu ve underground onun kitapları­nı tanımlarken başvurulabilenecek keli­meler. Şiddete, cinselliğe yer vermekten kaçınmayan; hayatımızın en ücra köşele­rine sızmış popüler kültürü ve onun gör­mezden gelinen unsurlarını klişelere ve edebi kaygılara tercih eden Hakan Gün­day, Tarantino’nun Amerikan sinemasın­da, Bret Easton Ellis, Chuck Palahniuk‘un Amerikan Edebiyatı’nda gerçekleştirdik­leri “vizyon genişlemesini” Türk Edebiyatı’na taşıyacak gibi gözüküyor. Oysa Genç yazar sorularımıza verdiği yanıtlarla genç yaşına rağmen dünyevi hırsların­dan arınmış bir “bilge” görünümü sergiliyor. “Çok satmak, çok okunmak hiç der­dim değil” diyor.

Türk edebiyatında alışık olmadığımız bir tarz ve söyleminiz var. Hangi kaynaklardan beslenerek geliştirdiniz kendinizi?

Kendimi geliştirmek adına erişebildiğim her araca ilgiyle yaklaştım. Rıfat Ilgaz‘ı da çok sevdim ama Kozinski ve Camus‘yu da … Yahya Kemal Beyatlı‘yı da çok sevdim. Hepsini sevrnemin farklı nedenleri vardı. Bir süre sonra anlıyorsunuz ki hepsinden ister istemez bir şeyler almışsınız. Mühim olan aldıklarınızı bir araya getirmek. Beyatlı, Piçler gibi bir kitabın başında kendisinden alıntı yapılacağını eminim hiç tahmin etmezdi. Hatta kızardı yaşasaydı. Ama ben onun beyitini çok uygun buldum.

Yakın zamana kadar sizin yazdığınız türdeki şeyler edebiyat eseri muamelesi görmüyordu. Şimdi işler biraz değişti. Yeni bir dönemin başlangıcı mı bu?

Her sanat dalında bazı çerçeveler vardır. Bu çerçeveleri kırarsanız cam da gider. Refleks sonucu bir tutuculuğun olması doğaldır. Çerçeveyi kırmadan genişletilebilirsiniz ve siz de içine dahil olursunuz. Çünkü sanatın kendi içinde vardır bu; büyüme ve gelişme. Zaman geçer ve bu tarz romanlar kabul görür. On sene sonra bir çocuk çıkar, onun yazdıklarından ben bir tek kelime anlamayabilirim mesela. Çünkü o çocukla beraber büyümemişimdir, onun sıkıntılarını çekmemişimdir. O zaman kalemimi bir kenara koyar, o çocuğu anlamaya çalışınm. Sınırsız bir iş edebiyat. Aklın sınınyla çevrelenmiş. Onun da sınırını daha göremediğimize göre…

Kadınların ilgisine mazhar olması zor gözüküyor yazdıklarınızın. Türkiye’de ‘çok satan” olmanın birinci kuralı kadınlara ulaşmak oysa ki…

Kadınların ilgisini çekmek için başka hikayeler anlatmak gerekiyor. Onların gördükleri, yaşadıkları veyahut imrendikleri hayatları konu etmek gerekiyor. Benim anlattığım hikayeler onların belki de hiç akıllarına gelmeyen, onları ilgilendirmeyen hikayeler. Onları ilgilendiren bir rahatsızlık değil, başka bir rahatsızlık benim yazdığım. Doğaldır benim kitaplarımı çok okumamaları bu anlamda. Tuna’nın (Kiremitçi) yazdıkları elbette daha çok okunacaktır. Öyle olmasaydı zaten “bu işte bir yanlışlık var” derdim.

En iyisi hangi kitabınız?

Hepsini aynı şekilde değerlendirmenin imkanı yok. Her kitabı yazan ayrı bir Hakan’dı. 2000 yılındaki Hakan’dı, 2002’deki Hakan’dı. Benimle birlikte ro¬manlar da değişiyor. Bana sorarsanız, en sonuncusu en iyisidir.

Kimi Kinyas ve Kayra’yı, kimiyse Zargana’yı en iyi romanınız olarak görüyor ...

Kinyas ve Kayra daha hoyratça ve pervasızca yazıldığı için bir çığlığa benzer. Bazı insanlar çığlıktan rahatsız olmazlar, aksine beğenirler. Zargana ise daha çok bir fısıltıya benzer. Duymak için kulağı yaklaştırmak, çaba göstermek gerekir. Zargana’da yapmaya çalıştığım şey şuydu. Kinyas ve Kayra’yı tekrardan elime alıp okuduğumda bir sürü gereksiz cümle gördüm. Çok kızdım. “Hepsi israf” dedim. Derhal bir roman yazmalıyım ve en az cümleyle anlatmalıyım hikayemi. Minimal değil de, asgari roman diyelim. Kinyas ve Kayra bir boşluk bırakmıyordu kurgusunda, bütün cümleler birbirini tamamlıyordu. Ama Zargana’da cümleler arası boşlukları okurun tamamlaması gerekiyor. Bu da başka bir okuma ve okur profili gerektiriyordu. Sonradan Zargana’yı okuduğumda “Ne kadar gereksiz bir işle uğraşmşım” dedim. Hala iyi bir roman olduğuu düşünüyorum ama “bu teknik ayrıntıya niye bu kadar takılıp, kendimi kısıtlamışım” dedim açıkçası.

Piç dört kaybedenin öyküsünü anlatıyor diyebilir miyiz?

Ama bunlar gönüllü kaybedenler. Kaybedişlerinin her saniyesi bilinçli. Bu adamlar “Acımadı ki” diye diye ölürler. “Şartlar böyleydi de hayatım kaydı” demezler, hayatlarını isteyerek kaydırmıs olmalarıyla gururlanırlar. Kendilerine ihanet ederler, tecavüz ederler. Sahip oldukları her şeyi yavaş yavaş yok etmeye programlanmış gibidirler. Paralarını, bilgilerini, zekalarını, yeteneklerini, fırsatlarını sürekli harcarlar.

Şiddet öne çıkan bir unsurdu önceki kitaplarınızda. Piç’te sanki ortalık biraz durulmuş gibi …

Kinyas ve Kayra’da litrelerce kan akar Ama kimse kimseyi vurmasa da Piç bana göre en şiddetli romanım. En uzun süren intiharı anlatan bir roman. Bir şey çabuk olunca acısız olur. Ama uzun sürerse acılı olur. Bir insanın kendine vereceği en büyük ceza hayatı sevrneden yaşayarak intihar etmektir.

Muhafazakar bir edebiyat ortamında şiddeti bu kadar rahat kullanabilmenizin sırrı ne?

Bu işten para kazanmayı düşünmüyorum çünkü. Para kazanırsam benim için sürpriz olur açıkçası. Kitaplarımı kaç kişi okuyacak hiç umurumda değil. Ben son noktayı koyduğumdan itibaren, kitapla ilgili düşünmeyi bırakıyorum zaten. “Film olsun, diğer dillere çevrilsin” gibi heyecanlar duymuyorum hiç.

Kitaplarınız sürpriz sonlarla bitiyor hep…

Sonlarla ilgili yapmaya çalıştığım bir şey var. Bir hikayenin sonunun kitabın son sayfasında ortaya çıkması önemli benim için. Neticede roman yazmak biraz da fikir cimnastiğidir. Bunu da mümkünmertebe zekice yapmak kitabı daha keyifli okunur hale getiriyor.

Kitabın son sayfasına saldıracak sabırısız okurlar ne olacak peki?

Hiçbir şey anlamazlar, ayrıca son sayfasını yırtıp geri kalanını okusalar da romandan aynı keyfi alırlar.


Igor şiir yazmıyor, yapıyor! (Igor Isakovski / S.ktir Git Isakovski)

$
0
0

sktirgitisakovski_kapak

Şimdiye kadar birçok kez söyledim: “Igor Isakovski’nin şiirlerini okuyun!” Bunu niye söylediğimi ise hiç anlatmadım. Sanırım zamanı geldi. Günümüz şairlerini çok az tanıyoruz. Özellikle son yıllarda şiire olan ilgi azaldı. Öyle ki, kendi topraklarımızdan çıkan şiirde bile “İkinci Yeni”den bir adım ileri gidip oralarda bir yerlerde kalıyoruz, tabii eğer “Garip”te takılı kalmadıysak. Ülke sınırları içinde durum buyken, yabancı şairlere elbette sıra gelmiyor.

melike Melike İnci

Igor Isakovski’nin şiiriyle Mayıs ayında S.ktir Git Isakovski kitabının kutlaması sayesinde tanıştım. Orada şairin kendisinden hiç bilmediğim dilinde şiirini duyma şansım da oldu. Ne gariptir ki, hiç anlamadığım bir dilde de olsa içimde anlıyormuşum gibi bir his yarattı. Şiirleri dilimize kazandıran Gökçenur Ç’den dinleyince anlama bir dokunuşa dönüştü adeta.

Kitabın ilk şiiri “İlham mı arıyorsun?” bana göre Isakovski şiirine giriş rehberi özelliği taşıyor. İlhamını acısına sebep olan farkındalığından, yenilgiye başkaldırıdan, düştüğü yerde sarılabildiklerinden, yaptığı yolculuklardan, aşktan ve ihtirastan, nitelikli edebiyattan ve bence en önemlisi kendisine duyduğu kuşkudan alıyor. Yola buradan çıkınca şiirindeki gerçekçi acının kaynağı da kolaylıkla anlaşılabiliyor. Yine bu yüzden, dizeleri tam yanağınızı okşarken aniden bir tokat etkisi yaratıyor. Okuyana acı vermek için atılmış bilinçli bir tokat değil, ister istemez okuyanın şairle kurduğu bir bağdan, şairin doğru yere dokunmuş olmasından kaynaklanıyor.

Igor-Isakovski

Bu kitaba seçilmiş şiirler, kapalı anlamlar ardında “şair ne demek istemiş” diye düşüncelere kapılmadan, Isakovski’nin duygu akışına kapılıp, düşe kalka, yılmadan, acıyla, tutkuyla, bazen bir babanın şefkatiyle, çoğunlukla da “farkındalık”la okunuyor. Her şiir sonrasında derin bir nefes alıp, kısa ya da uzun bir ara vermek gerekebiliyor. Genellikle yeni bir şiir kitabı ile buluşunca bir seferde tamamını okuma yolunu seçerim. Açıkçası bu kitapta bunu yapmam mümkün olmadı. İlk girişimim kitaptaki altıncı şiirde durmamla son buldu. Kitabın altıncı şiiri “Tamam”, “tamam, itiraf ediyorum: / yalnızım. nokta.” diye başlıyor. Tam bu noktada durdum. Şiiri kitabın kutlaması sırasında dinlemiştim. Açıkçası şiirleri dinlemiş olmak okumamı etkilemez, diye düşünüyordum. Yanılmışım. Şairin yalnızlığını giyinip, aralar vererek okumaya karar verdim. Kitabı bir süre elime almadım. Sonra tam kaldığım noktadan, “Tamam”dan başladım. Bu şiiri, sert bir içkiye benzetiyorum. Hani küçük yudumlarla içerseniz, tadı damağınıza yayılır, ama bir kerede kafaya dikerseniz çarpılırsınız, o hesap.

Arkasından gelen “Nazik Şiir” alt-üst olan dengemi yerine getiriyor. Şairin dizeler boyu ardı ardına gelen, “hiçbir yemek doyurmuyor beni, hiçbir sözcük, hiçbir ezgi / – içimdeki bu yaşama aşkı öldürecek beni” gibi, tokatlarına rağmen.

isakovski08“Burda Uyuyorsun Değil Mi?”de şefkatli bir baba olduğunu itiraf ediyor, ama asla ikiyüzlü değil. Bir baba çocuğuna yalnızca bu kitabı bıraksa, çocuğun onu ve çektiği acıyı, hayatın gerçeklerini anlamasını sağlayabilir ki bu da iyi bir insan olarak yetişmesine yardımcı olabilir. Şair elbette böyle bir şeyi planlayarak yazmıyor şiirlerini. Bu tamamen şahsi fikrim.

İronisinin doruğuna kitaba ismini veren şiiriyle çıkıyor: “Siktir Git İsakovski”… (Alıntı yapmıyorum özellikle, şiirin bütünü yüzümde hınzır bir tebessüm.)

Isakovski, doruğa çıkardıktan sonra, uçurumun kenarında aniden arkadan iterek düşüşe geçirmiyor okuru. Yolun sonuna kadar elini bırakmadan gördüklerini, deneyimlediklerini anlatarak vedalaşıyor. “Dizelere Dayanmak”ta “her yanımda dizeler / tepemde, dibimde / nazlı kelebekler, altın zerreleri / hızla uzaklaşan dilsiz balık sürüleri / gökteki göl ışıldıyor / altın sessizlik gibi.” diyor. Yolculuk “Çatılarda Martılar” şiiriyle İstanbul’da son buluyor: “bu gece bir martı bir kumruyu kovalıyordu. / önce bir başka kumru, onu korumaya geldi: / sonra bir sürü martı başlarına üşüştü. / gökyüzünde adalet yok. / bu İstanbul gecesinde. ve hiçbir yerde.” Sanırım biraz da samimiyeti yüzünden, o eli bırakmak istemiyor insan; durup soluklanarak, bazen iki şiir geriye giderek okumaya devam ediyor.

Tam bu noktada deneyimlediğim etkinin bir sebebinin de şiirlerin çevirisini yapan şair Gökçenur Ç. olduğunu söylemeliyim. Eğer o, bu şiirleri bu denli yetkin biçimde Türkçe’ye kazandırmasaydı, Isakovski’nin değil elini tutmak, onu yolda görsem selam bile vermek istemeyebilirdim.

Bu yazıyı yazmadan önce kitabı defalarca okudum. Sonunda kendi kendime şöyle dedim: “Igor Isakovski, kimseyi taklit etmiyor, rastgele dizeler yazmıyor, doğru kelimeleri seçip bir şiiri inşa ediyor… Yani şiir yazmıyor, adeta yapıyor.”

igorfotoİgor İsakovski (19/09/1970 – 15/12/2014), şair, yazar, çevirmen ve editör. 1970 yılında Üsküp’te doğdu. Sts. Cyril and Methodius Üniversitesi’nde Karşılaştırmalı Dünya Edebiyatı okudu. Macaristan, Budapeşte Üniversitesi’nde Cinsiyet ve Kültür üzerine yüksek lisans yapan şair halen Sts. Cyril and Methodius Üniversitesi’nde doktora çalışmalarına devam etmektedir. İgor İsakovski aynı zamanda kurucusu olduğu Blesok Kültür Enstitüsü’nde 1998’den beri genel yayın yönetmeni olarak çalıştı.

İgor İsakovski aralarında 2011 yılında Arc Yayınları tarafından yayınlanan “6 Makedon Şair” antolojisinin de bulunduğu dört antolojinin editörlüğünü yapmıştır. Tüm eski Yugoslav dillerinden Makedoncaya şiir ve düzyazı çevirileri yapan İsakovski’nin 60 çeviri eseri yayınlanmıştır. İgor İsakovski’nin şiirleri 20 ülkede on sekiz dile çevrilmiştir.

Ülkesinde yayınlanan kitapları: 

  • Mektuplar (1991, roman)
  • Kara Güneş (1992, şiir)
  • Patlamalar, Gebe Ay, Püskürmeler… (1993, öykü)
  • Vulkan-Dünya (1995, şiir)
  • Gök (1996, 2000, şiir)
  • Mavi Telefon Kulübesi (2001, düzyazı)
  • Kum Saati (2002, öykü)
  • Deliğin Dibinde (2004, şiir)
  • Tozlarda Yüzmek (2005, 2010, roman, 2005 Prose Masters ödülü)
  • Mavi Telefon Kulübesi II (2006, düzyazı, 2007 basılı kitap dalında en iyi görsel tasarım ödülü)
  • Aziz Çırağı (2008, şiir)
  • Gecenin En Karanlık Anı Şafaktan Hemen Öncekidir (2009, şiir, 2010 4th Belgrade Poetry and Book Festival özel ödülü)
  • Vulkan-Dünya-Gök (2010, şiir)
  • Aşk (2011, şiir)
  • Ölümün Su Yosunu Saçları (2013, şiir)

Türkiye’de yayımlanan eseri:

  • S.ktir Git Isakovski (2014, şiir, Yitik Ülke Yayınları)

Nurullah Ataç ve sinema: Sinema mı, Kinema mı?

$
0
0

nurullahatacPoster - Rear Window_19

Yazar, şair, denemeci ve eleştirmen Nurullah Ataç’ın seyrettiği filmler ve sinema-kinema kararsızlığı…

Ege Görgün (Landlord)

“Doğrusunu isterseniz insanlığı, sinemadan önceki, sinemadan sonraki diye ikiye ayırabiliriz: sinema bizim dünya görüşümüzü, tabiatı, insanları anlayışımızı değiştirdi.”

Erken Cumhuriyet dönemi yazın ve sanat hayatımıza damgasını vurmuş olan Nurullah Ataç (1898 -1957), sinemanın 50. yılında kaleme aldığı bir gazete yazısında böylesine önemsiyor sinemayı. (Ulus, 4.2.1946) Elbette bu önemseme sinemanın sanatsal yönüne değil, toplumsal etkilerine vurgu yapmayı amaçlıyor.

nurullah-atac

Yazı hayatına tiyatro eleştirileriyle başlayan Ataç’ın sinemayla mesafeli bir ilişkisi olduğu görülüyor. Yine de aynı yazısında “Tiyatroyu göklere çıkarırcasına övüp de sinemayı kötülemeye kalkanlara kanmayın, ne dediklerini bilmiyorlar. Onlar daha sinemanın tiyatrodan büsbütün başka, apayrı bir sanat olduğunu bile anlayamadılar,” demekten de geri kalmıyor.

Nurullah Ataç’ın en çok bilinen özelliği elbette dilimizin sadeleştirilip özleştirilmesi konusundaki cansiperane militanlığı ve çabalarıdır. Yazılarında kimi zaman yabancı kökenli kelimelerin yerine ilk defa duyulmuş öztürkçe kullanımlara yer vermiştir ki, başka önemli edebiyatçılarımız onu anlaşılmaz şeyler yazmakla ve uydurma dil kullanmakla itham etmişlerdir. Bu ihtilaf yüzünden bazı can dostlarıyla arası düzelmemek üzere bozulmuştur. Ataç onlara ithafen şu satırları yazacaktır.

“Uydurma dil dediler mi, bir şey söylediklerini sanıyorlar. Söyleyim ben size; Bu uydurma sözünü, Türkçecilik akımına karşı bir silah diye kullanmaya kalkanlardan ne dediğini bilen, şöyle gerçekten düşünerek konuşan bir tek kişi tanımıyorum. Evet, uyduracağız, bizim yaptığımız, uydurduğumuz kelimeler de yavaş yavaş halka işleyecek, eski Arapça, Farsça kelimelerin işlediği gibi. Onların yerini tutacak.”

Poster - Moulin Rouge (1952)_02Ataç’ın dil konusundaki hassasiyeti “sinema” konusunda da açığa çıkmıştı. 1953 ve 1957 yılları arasında kaleme aldığı günlük yazılarının ve notlarının biraraya getirildiği Günce adlı eserinden alıntılıyoruz:

“Bugün kinemaya gittim. Moulin Rogue’u görmeye. (biliyorum “kinema” dediğim için alay edecekler, benimle etsinler, o tilciği “s” ile yazmağa elim varmıyor. En iyisi ona da Türkçe bir karşılık aramalı, bir ad bulmalı.)”

Ataç’ın filmle ilgili diğer itirazı ise tam aksi istikamette oluyor. Filmin isminin “Kırmızı Değirmen” olarak Türkçeleştirilmesine karşı çıkıyor. Filmin ABD’de Moulin Rogue adıyla gösterilmesini örnek veriyor ardından.

“…Amerikalılar’da isteseler ‘Red Floss’ diyebilirlerdi. Özel adlar çevrilmez, Moulin Rogue da Paris’te bir eğlence yerinin adı, değirmenle, meğirmenle alakası yok.”

Nurullah Ataç geri adım mı atmıştı yoksa ilerleyen rahatsızlıkları vefatına yakın hafızasını mı köreltmişti bilinmez, aynı kitapta yer alan ve aynı yıl içinde yazılmıl olma ihtimali yüksek bir diğer yazısında “sinema” kelimesini kullanır.

rear-window-1954

“Geçenlerde Arka Pencere diye bir film gelmişti, pek övdüler bende gidip gördüm. Utanıyorum söylemeğe. Beğenmedim onu. Yalnız beğenmedim de değil: Çok kötü buldum… Bilirsiniz, sevişmeyi suç sayanlardan değilimdir… gelgelelim sinemadaki o uzun uzun dudak dudağa öpüşmelerden iğreniyorum. Yalan oldukları için iğreniyorum.”

Alfred Hicthcock’un başyapıtı Arka Pencere’den hoşlanmayan Ataç, Moulin Rogue’u nasıl bulmuştu peki.

“İyi mi o şerit, güzel bir kinema yapıtı mı? Kestiremeyeceğim. Çok yerlerinde sıkıldım. Uzattıkça, uzatmışlar. Öz konu ise işlenmemiş. Nedir öz konusu? Fransız bedizcisi (ressamı) Toulouse-Lautrec’in yaşamı.”

2014’te Bu Kitapları Okudu: Sevin Okyay

$
0
0

Sevin OkyayHAKAN_Gunday

Sevin Okyay‘a 2014’te okuduğu kitaplardan 10 tanesini bizim için sıralamasını istedik, her zamanki gibi bizi kırmadı.

1. Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik – Alice Munro – Can
2. Peri Efsa – Sevgi Saygı – ON8 Kitap
3. Alice Çeşnici Tuşlar Diyarında – İshak Reyna – Kelime
4. En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın – Can Gürses – Doğan Kitap
5. Daha – Hakan Günday – Doğan Kitap
6. Atlas – Jorge Luis Borges – İletişim
7. İki Kız Kardeş – Edith Wharton – Kırmızı Kedi
8. Öksüzlüğümüz – Kazuo İshiguro – YKY
9. Size Pandispanya Yaptım – Mario Levi – Doğan Kitap
10. Ay Işığı Sokağı – Stefan Zweig – Remzi

2014’te Bu Kitapları Okudu: Melike İnci

$
0
0

melike inci

2014’ün konuşulan romanlarından O Anda‘ya imza atan Melike İnci, bu sene içinde hangi kitapları okudu, merak ediyor musunuz?

1- Filler Çapraz Gider – Altay Öktem (Yitik Ülke Yayınları)
2- İki Şiirin Arasında – Yekta Kopan (Can Yayınları)
3- Berlinli Apartmanı – Yaprak Öz (Yitik Ülke Yayınları)
4- Biraz Konuşmasak – Kaan Koç (645 Yayınları)
5- Olduğu Kadar Güzeldik – Mahir Ünsal Eriş (İletişim Yayınları)
6- Kitap Evi – Enis Batur  (Sel Yayıncılık)
7- Don Kişot’un Üçüncü Cildi – Ferhat Uludere (Yitik Ülke Yayınları)
8- 41. Oda: Mardinkapı – Arzu Arınel (Everest Yayınları)
9- Beyoğlu’nun En Güzel Abisi – Ahmet Ümit (Everest Yayınları)
10- S.ktir Git İsakovski – Igor İsakovski (Yitik Ülke Yayınları)

Melike İnci kimdir?

1975 yılında İstanbul’da doğdu. 1994 yılında Özel İtalyan Lisesi’ni bitirip İstanbul Üniversitesi’nin Kimya Mühendisliği bölümüne girdi. Üniversite mezuniyetinden sonra bir süre kimya sektöründeki işlerde çalışıp 2004 yılında okuduğu lisede laboratuvar sorumlusu ve idari asistan olarak çalışmaya devam etti. 2003 yılında Alarm adlı mizah dergisinde, evlenmeden önceki soyadıyla (Melike Tekin) “Nefret Çukuru” adlı köşeyi yazdı. 2009 yılında ilk romanı “Kırılma Noktası”nı tamamladı. Bu romanı 2010 yılında “Zamansız” takip etti. 2010-2013 yıllarında Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği’nde Yaratıcı Yazarlık Kursu ve devamındaki atölye çalışmalarına devam etti. Bu dönemde öyküler yazdı. Altkitap.com adlı elektronik kitap yayınevinin açtığı 2010 öykü yarışmasında “Yok Gibi” adlı öyküsüyle yayınevi tarafından hazırlanan “Veda” adlı öykü seçkisinde yer almaya layık görüldü. 2011 yılında altzine.net adlı aylık internet neşriyatında “İlk Gece” ve “Aldatma”, tersninja.com sitesinde ise “Örümcek Ağı” ve Kadir Aydemir’in hazırladığı “Mutsuz Aşk Vardır” adlı öykü derlemesinde “Ölümsüz” adlı öyküleri yayımlandı. 2013 yılında tamamladığı “O Anda” isimli romanı 2014 yılında Yitik Ülke Yayınları tarafından yayımlandı.

2014’te Bu Kitapları Okudu: Altay Öktem

$
0
0

Altay Öktem

Sizin için yazar/şair Altay Öktem‘e ulaştık ve 2014’te hangi kitapları okuduğunu sorduk…

  1. Çıplak Protesto, Aytaç Ars
  2. Keşifler Zamanı, Barış Müstecaplıoğlu
  3. Hikayesi Olan Ölüler, Üstüngel Arı
  4. Ölü Reşat, Aslı Tohumcu
  5. Doğa Tarihi, Hakan Bıçakcı
  6. İskitMurat Başekim
  7. Adem Ademoğlu’nun Tek Muzaffer Günü, Gökçe İspi Turan
  8. Deccal’in Hatırı, Sezgin Kaymaz
  9. Eolin DestanıBülent Ögeyik
  10. O anda, Melike İnci

***

2014’te Bu Kitapları Okudu: Ege Görgün

$
0
0

pis-maymunTersninja-T-SHIRT

Ters Ninja Landlord’unun 2014’te okuduğu kitaplardan 10 tanesi aşağıda bir liste halinde paylaşılsa da belli bir sıra mantığı gözetilmemiştir. Liste Esquire dergisi Aralık sayısında yer almıştır.

Pis Maymun – Carl Hiaasen – Aylak Kitap

Türkiye Futbol Tarihi 1 -Mehmet Yüce – İletişim

Hayal Et Hikayeleri – Murat Başekim – İletişim

Doktor Uyku – Stephen King – Altın

Anadolu Korku Öyküleri – Kolektif – Bilgi

Erkeklik Ofsayta Düşünce – Halil İbrahim Dinçdağ – İletişim

Seksenler – Hulusi Tunca – Esen

90’lar – Rıza Oylum – Başka Yerler

Hepsi Futbol – Burak Tezcan – NTV

Kıyamet – Andrej Nikolaidis – Aylak Kitap

Küçük bir çocuktum, şehrime Atom Bombası attılar: Yalınayak Gen – Keiji Nakazawa

$
0
0

nakazawa
Atom Bombası atıldığı sırada Hiroshima’da bulunan 6 yaşındaki Keiji büyüyüp çizer oldu. Babasını, kardeşlerini öldüren bombanın yarattığı Hiroshima cehennemini Yalınayak Gen adlı çizgi roman serisinde gözler önünde serdi. Bu, onun tüm sevdiklerini çalan Atom Bombası’ndan aldığı intikamdı. Keiji Nakazawa‘nın yazıp çizdiği Yalınayak Gen şimdi dört kitaplık set halinde kitabevlerinde.

sisko-ninja

 Ege Görgün (Landlord)

Temmuz 1945’te Nazi Almanyası yenilmiş, Avrupa’da savaş sona ermişti. Fakat Pasifik’te Japonlarla yapılan savaş hala devam ediyordu. Her bir ada için son derece kanlı geçen göğüs göğüse çarpışmalar yapılıyordu. İki taraf da büyük kayıplar veriyordu. Tabi Japonlar’ın kaybı Amerikalılar’a göre daha büyük oluyordu.

hiroshima

Japon ordusu mühimmat ve gıda konusunda büyük yokluklar içinde olsa da hala güçlü bir kara gücüne sahipti. ABD’nin eninde sonunda Japonya’ya çıkartma yapacağı biliniyordu ve Japonlar savaşın kaderini belirleyecek bu “nihai çarpışma”dan galip çıkacaklarına emindiler. Zaferden bu kadar emin olmalarının sebebi ise sahip olduklarına inandıkları güçlü bir silahtı: Japon halkının İmparator’ları uğruna ölme kararlılığı. Japonlar bu kararlılığın 2. Dünya Savaşı’nda kullanılacak en güçlü silah olduğu konusunda yanılıyorlardı elbette. Çünkü asıl en güçlü silah ABD’da üç yıllık bir araştırma sonucu, iki milyar harcanarak inşa edilen bir bombaydı: Atom Bombası.

atom-bomba

Atom Bombası 16 Temmuz 1945’te New Mexico’da ilk kez denendi. Denemenin başarılı olduğu raporu hemen Başkan Truman’a ulaştırıldı. Çok büyük miktarda mal ve can kaybına yol açacak Japonya Çıkartması’na bir alternatif çıktığına memnun olan Truman, müttefik liderlerle görüştükten sonra 16 Temmuz’da Japonya’ya son bir kez daha teslim olma çağrısında bulundu. Gururlarından ve kibirlerinden önlerini göremeyecek durumda olan Japonlar bu çağrıyı dikkate almak yerine askerlerini, hastabakıcılarını, gençlerini ölmek üzere eğitmeye başladılar. Onlardan beklenen tam olarak buydu, ölmek. Bedenlerine bombalar bağlayıp topraklarına ayak basmaya cüret eden Amerikan tanklarının altına atacaklardı kendilerini. Bunu nasıl doğru düzgün yapacaklarının eğitimini alıyorlardı.


Büyük bir bomba, küçük bir çocuk…

hadashi_no_gen

Hiroshima’nın korkunç savaşın etkilerini gösteren bir şehir olduğunu söylemek haksızlık olurdu. ABD ülkeyi dize getirmek için Japon şehirlerini durmaksızın Napalm ile bombalarken Hiroshima savaşın başından beri bir kez bile bu bombaların hedefi olmamıştı. Askeri yığınak olarak kullanılmasına rağmen diğer şehirlerin korkunç kaderini hiç paylaşmamış olması, Hiroshima halkının süregiden yiyecek sıkıntısı dışında kendini güvende hissetmesini sağlıyordu. Ama bu durumun ardında tüyler ürpertici bir gerçek yatıyordu. Burayı Atom Bombası’nın olası hedeflerinden biri olarak çok önceden belirleyen ABD Hiroshima’yı Napalm’lardan esirgiyordu çünkü Atom Bombası’nın etkisini tam olarak görebilmeleri için şehrin sapasağlam ayakta olması daha uygun olacaktı.

yalinayak-gen6 Ağustos 1945 sabahı Hiroshima’da olağanüstü güzel bir hava vardı. Gökyüzünün yekpare mavisini bozan tek bir bulut bile yoktu havada. Şehrin koşuşturmacası yeni başlamıştı daha. Yetişkinler işlerine, çocuklar okullarına gitmek için yollardaydılar. Okul yolunda olanlardan biri de Nakazawa ailesinin 6 yaşındaki oğulları Keiji idi.

Keiji’nin kendinden küçük bir erkek kardeşi (Susumu) ve bir ablası (Eiko) vardı. Annesi bir ay kadar bir süre sonra ona bir kardeş daha verecekti. Atom Bombası şehrinin 600 metre üstünde patladığında Keiji okuluna yeni varmıştı. Bombanın neden olduğu 5000 derecelik ısı dalgasının pek çok arkadayı gibi onu da kavurması içten bile değildi. Ama gölgesinde bulunduğu beton duvar onu bu sondan korumuştu. Keiji Hiroshima’yı birkaç saniyede harita silen bir patlamadan kurtulmayı başarmıştı.

yalinayak-gen2

Ne yazık ki ailenin diğer bireyleri arasında Keiji kadar şanslı olmayanlar vardı. Patlama evlerini yerle bir etmiş, ikinci kat tamamen çökmüştü. Babası ve kardeşleri çöken evin krişi altında kalmışlardı. O sırada balkonda çamaşır asan annesi ise arka sokağa fırlamış ve bir mucize eseri tek bir çizik bile almadan kurtulmuştu.

Barefoot GenKüçük Susumu’nun tek yaptığı ön kapının eşiğinde oturmuş oyuncak gemisiyle oynamaktı oysa. Ne savaşla, ne savaşın başlatanlarla hiçbir ilgisi yoktu. Tek derdi ağabeyi gelmeden olabildiğince gemiyle oynamanın tadını çıkarabilmekti. Sonra bir anda başını lanet olasıca bir bombanın çökerttiği krişin altında sıkışmış buldu. Bacaklarıyla deli gibi tekmeler savuruyor ve annesinden yardım istiyordu. O güne kadar annesinin çözemeyeceği bir sorunla karşılaşmamıştı. Böyle bir şeyin olabileceği de aklına gelmiyordu muhtemelen. Annesi gelip yine çekip çıkaracaktı bu beladan onu. O yaştaki her çocuk gibi Susumi’ye de anneler sanki tüm sorunların üstesinden gelebilirmiş gibi geliyordu.

BarefootGen003Annesi de bunu farkında olduğunda 8 aylık hamile olmasına bakmadan krişi kaldırmaya çalıştı. İçeride kapalı kalan kocasının yardım çığlıklarını bile duymaz olmuştu. Krişin altında kalıp anında ölen kızını acısını da… Tek düşündüğü küçük oğlunu kurtarmaktı.

Ama gücü yetmedi bir türlü. Krişi yerinden oynatamadı. Yoldan geçenlerden yardım istedi ama kimsenin kimseye yardımı düşünecek hali yoktu. Herkes can derdine düşmüştü. Doğduklarından beri yaşadıkları şehrin bir anda cehenneme dönmesinin şokuyla patlamanın merkezinden uzaklaşmaya çalışıyorlardı. Kendilerini kovalayan alevlere yakalanmamak için buna mecburlardı.

yalınayak gen

Ve o alevler sonunda Keiji’nin evine ulaştı. Susomi’nin çığlıkları artık daha da güçlenmişti. Keiji’nin babası karısına yardım bulması için yalvarıyordu ama kadının tek yapabildiği oturmak, ağlamak ve onlarla birlikte öleceğini söylemekti. Komşuları zamanında yetişip yarı deli haldeki kadını oradan sürükleyerek götürmesi, Keiji’nin annesinin dediğini yapacağına şüphe yoktu.

BarefootGen002Yaşadığı şok Keiji’nin annesini erken doğuma zorladı. Binlerce canın ziyan olduğu bu cehennemde yeni bir yaşam filizlenmişti. Küçük kıza Tomoka adını verdiler anne, oğul. Ama bu mucize uzun ömürlü olmadı. Radyasyon tüm su ve yiyeceği kirletmiş, kadınlar sütten kesilmişti. Bu şartlara rağmen 4 ay yaşamayı başardı Tomoko. Cehennemde açan bir çiçekti ama cehennemin alevleri onu da kavurdu nihayetinde.

Keiji’nin annesi 1966 yılına kadar yaşadı. Ölene kadar kocasının ve oğlunun çığlıkları kulaklarındaydı. Kimse ona acısını dindirebilecek bir açıklama yapamadı. Hangi bombanın, hangi insanın, hangi inancın bir anneye evlat acısı yaşatmaya hakkı vardır? Bu sorunun yanıtı hala verilemedi. Görünüşe göre verilemeyecek de… Hatta bu soruyu sorabilirseniz bile kendinizi şanslı saymalısınız!

yalınayak gen 2

Daha 6 yaşında bunca acıyı gören, cehennemi bizzat tecrübe eden Keiji ise büyüdü. Savaş karşıtı ve geleneksel Japon boyama ustası babasının izinden gitti. Gördüklerini, yaşadıklarını yarattığı çizgi romanlarla dünyaya duyurmaya karar verdi. Bu kararı annesinin küllerini toplamak için gittiği krematoryumda yaşadığı şok üstüne almıştı. Bombanın radyoaktif kalıntısı annesinin kemiklerini yok olma noktasına gelecek kadar yemişti. Bomba annesinin kemiklerini bile ondan çalmıştı.

“Öfkeden deliye dönmüştüm. Savaşı başlatan Japon askeri kanadını ve bombayı çok normal bir şeymiş gibi kafamıza atan Amerikalıları asla affetmeyeceğime yemin ettim. Annemin öcünü almak için atom bombası hakkında çizgi romanlar çizmeye başladım.”

Keiji Nakazawa’nın öfkesindeki haklılığı kim sorgulayabilir ki?

BarefootGen001

Keiji Nakazawa’nın 1972 yılında çizmeye başladığı Yalınayak Gen (Barefoot Gen) 10 kitaplık bir dizi halini aldı. Şimdi ülkemizde de yayımlanmaya başlanan Yalınayak Gen, Nakazawa’nın Hiroshima’daki gerçek deneyimlerine dayanıyor. Gen’in hikayesini okurken bugüne kadar yalnızca Hiroshima’nın hikayesini bildiğinizi “zannettiğinizi” fark edeceksiniz. Belki başka şeyleri bildiğinizi zannettiğinizi de…

“İnsanlar aptal. Dar kafalılık, dini fanatiklik ve açgözlülük yüzünden dünya asla barış içinde olamıyor ve bir nükleer savaşın gölgesi asla çok uzaklarda değil. Umuyorum ki Gen’in hikayesi okuyuculara barışın değerini ve yaşamak için ihtiyaç duyduğumuz cesareti anlatır.”
Keiji Nakazawa


“Dövüş Kulübü”: Şiddet ve Ölüm Operası

$
0
0

Fight-Club

İnsan hep sevdiklerini öldürür derler ya; aslına bakarsanız insanı öldüren de hep sevdiğidir. – Dövüş Kulübü, sy. 184

Modern hayat tehlikelerle dolu bir yolculuktur. Bu yolculukta bilin[e]meyen bir sürü esrarlı hikâyenin yanında, çok bilinen statik, silik anlatılar da vardır. Yaşadığı hayatın öznesi olan kahraman, o hayata şekil verir. O hayatın nesnesi olan kahramansa kendisi dışında şekillenen hayatın piyonu olur.

Ertekin Akpınar Ertekin Akpınar

Piyon olduğu için anlatılanı dinler, aktarır. Ve aktardığı şey’in parçası olur. Modern romanlar, ‘piyon’ kahramanlarla doludur. Modern roman kahramanları, ‘miş’ gibi yaparlar. Yazar, bize parçaların biriktirilerek bir bütünün ne olduğunu göstermek ister. Kopyanın, kopyasını önümüze koyar. Ve bu jargona, ‘hayatın dili’ adını takarlar! Yaşadığı hayat[lar] o kadardır çünkü. O hayat: Süpermarketlerin, billboardların ve steril hayatların hikayesini anlatır. Temiz gibi gösterir kendini, ‘miş’ gibi olmaktan ‘gibi gibi’ olmaya doğru yol alır. Hayatın hastalıklı sürecini yazıyla iyileştirilmeye çalışılır. Dahası modern edebiyatta ‘yazı’ hayata makyaj yapar. Kurgu, yalan’ın bir parçasıdır artık.

Sözün Gücü

Dovus-Kulubu-20716Yevgeni Zamyatin, Biz* adlı romanında, “Silahlara başvurmadan önce sözün gücünü deneyeceğiz” der. Söz’ün esrarlı yönleri olduğu kadar, tehlikeli ve hastalıklı tarafları da vardır. Bu tür edebi metinlerin zamanın içerisinde çoğu zaman karmakarışık olan kimyasal yapısını bir türlü çözemeyiz. Sorulan soru kadar, hemen verilecek yanıt orada öylece asılı durur. Bakakalırız. Bu bakışta hep huzursuzluk, sıkıntı ve tereddüt vardır. İçinden çıkamadığımız ruh hali bizi/bizleri gittikçe ıssızlaştırır. Hemen bir söz söyleyivermek doğru olmaz. Bu yalnızlıkta yavaş yavaş kendi dünyamıza ait hastalıkları biriktirmeye başlarız. Yalnızlık tam da bu noktada, hastalıkların üreyebileceği en uygun ortamdır. Çözül[e]meyen kimyanın, ruhumuzda yarattığı sıkıntı ve bu sıkıntının getirdiği çözümsüzlük bizi bambaşka bir dil’e doğru yolculuğa götürür. Dil, hayatla hesaplaşmaya başlar. İkna etmek, onaylamak ve itaat etmekten çok uzak bir dil’dir. Ve bu dil, gittikçe -kendi içinde- sık sık öfke nöbetleri geçirmeye başlar. Kısa kesik cümlelerde ve verilen sert yanıtlarda, hayattan alınması gereken bir intikamın işaretlerini buluruz. İşte, bu işaretlerin geldiği merkezi aramaya kalktığımızda yavaş yavaş ‘yeraltıedebiyatı’na doğru ineriz. Kuralların ve kurumların olmadığı bir dünyada -kullandığımız ve yazdığımız-dil kendi özgürlüğünü yaşar. Utanmaz olduğu kadar, günahın ve deliliğin sınırında dolaşır. O artık, yerleşik olan bütün verileri altüst eden bir argümandır.

fight-club-2-dovus-kulubu-yaziliyor-131400

Varoluş işaret[ler]i

Kent hayatı, bu dil’i kendi içinde üretirken onu kullanma biçimlerini de şekillendirmeye başlar. Fanzinler, rock barlar, çeşitli otonom gruplar ve bu grupların kendi içlerinde kullandığı işaretler, semboller yavaş yavaş gündelik hayatın birçok alanına sızmaya başlar. Onlar artık Panteon’daki Ölü’nün sözlerini yataklarının başucuna büyük harflerle yazmışlardır: “Hayatında bir defa uçanlar, bir daha asla yeryüzüne dönmemeli.” Zaten yeryüzü dediğimiz şey de onlar için sıkıcı bir dünyadan başka bir şey değildir. Unutmamalı ki, bu kaçış sadece bir varoluş işaretidir.

Söz’ü, Chuck Palahniuk’un, Dövüş Kulübü romanına getirmek istiyorum.  Yazarın ilk kitabının olmasının yanı sıra,-bir okurun- ‘yeraltı edebiyatı’na giriş biletinin en güvenilir dil’i, bu hayatı nasıl paramparça ettiğini görebileceğimiz bir dünyanın sınırında dolaştığını
-okur olarak- okumaya/anlatmaya çalışacağım. Kısacası ellerinin altında, güvenli bir yolda yürümeyi sevmeyenler için önemli bir kılavuz bulunuyor. Güven, ne tehlikeli bir sözcük aslında.

Gerçek[ler], Somut ve Acıdır

acerGerçekliğin kendi kendisinden kopma isteği hiçbir çağda bu kadar özgürlüğü içermedi. Bu özgürlüğü artık tanıyoruz: O artık, sınırsızlık ve sonsuzluk duygusunu kapsayan ve gittikçe tanımlanması oldukça zor olan bir model olmaya doğru gidiyor. Pink Floyd, özünde baskı altında tutulan bir kuşağın ruh halini kendi argümanlarıyla anlatmaya başladığında, o güne kadar zihinlerdeki yerleşik konuşma evrenini de altüst etmeyi başarmıştı: “wedon’tneednoeducation… wedon’tneednothroughtcontrol...” Hayatın ve siyasetin baskıcı yanına karşı olan Pink Floyd gibi aktüel asiler, bu kültürün organize ettiği, güzel gösterilmeye çalışılan tüm uysallaştırılmış organizasyonlara isyan etmeye başladılar. Ve o kuşak, tarzını; rock’nroll, caz ve blues gibi müziklerle birlikte yeni kavramlarını da ortaya koydu: Komün, LSD, metal, asit, peace, bilinçaltı…

Evet, gerçek[ler] somut ve acıdır. Sanatın yasaları, hayatın yasalarına hükmedemeyince çoğu zaman gerçek’ler üzücüdür de. Sanat tahriktir çünkü! Pink Floyd gibi Beatles’ın şarkıları da tahriktir! The Wall şarkısından yola çıkılarak Alan Parker’ın yaptığı film de izleyiciyi tahrik etmeye yönelik bir hamledir. Tahrik etmenin yasaları, hayata karşı çıkamayınca, tahrik edenin estetik alanı üzücü bir korelasyon halini alır. Söz bu noktada modern hayata ‘alet’ olmanın ötesine gidememiştir.

Chuck Palahniuk, 1996 yılında arkadaşlarıyla birlikte devam ettiği bir edebiyat grubunun etrafında Kargaşa Projesi adlı kısa bir hikâye yazdı. Hayatını otomobil tamirciliği yaparak geçiren Palahniuk’un bu hikâyesi büyük bir ilgi ile karşılandı. Palahniuk, bu hikâyeyi kısa süre sonra Dövüş Kulübü** adında bir romana dönüştürdü. Yazar, romanında modern hayatın ‘haz yasaları’na tutsak olmuş kendi bireylerin trajik arayışlarına yeni ve anlamlı açılımlar sunmaya başlamasıyla birlikte, yeni bir özne tasarımı da sunar. Bu tasarım, model olmanın ötesine geçen bir arayış, hırs, tutku ve öfke nöbetidir.

fight club

Joe’nun kırık kalbi [sy.135], düğümlenmiş bağırsakları [sy. 60], kaynama noktası [sy.60], kasılan midesi [sy. 185],  kudurmuş öd kanalı [sy. 57], sırıtkan intikamı [sy. 113], sabit diski [sy. 205] olan genç adam, yalanlarla dolu bir rakamlar dünyasında yaşamaktadır. İş gereği sürekli yolculuk eder: “Uyanırsın Air Harbor İnternational… Uyanırsın, O’Hare… Uyanırsın, LaGuardia… Uyanırsın Logan.” [sy. 23] Nefes alıp verdiği tek yer ölüm düşüncesine saplanıp takılmış kanserli hayatların bir araya geldiği dayanışma grubudur.

İki yıl, Bob’un bedenine sarılarak onun ağlamalarını dinler. Herkesin hikâyesini bilir ama hiç kimse onun hikâyesini bilmez. İkinci yılın sonunda genç adam şunları düşünmeye başlar: “Bütün umutlarımızı kaybetmek özgürlüktü. Ben hiç bir şey söylemeyince, gruptaki insanlar en kötüsünü düşünüyorlardı. Daha beter ağlıyorlardı. Ben de daha beter ağlıyordum… Her akşam ölüyor ve her sabah doğuyordum. Ölümden geri dönüyordum.” [sy. 20] Genç adam, bu seansların birinde onu izleyen bir çift gözün farkına varır. Bu, Marla Singer’dır. Onu gördüğü andan sonra bir türlü uyuyamaz ve ağlayamaz. Bunun için Marla’ya, “Kucaklaşma zamanı geldiğinde gidip o sersem kaltağın koluna yapışacağım. Kollarını sıkı sıkı iki yanıma yapıştıracağım, dudaklarımı kulağına dayayacağım ve diyeceğim ki, Marla seni adi sahtekâr, çek git buradan. Bu benim hayatımdaki tek gerçek şey ve sen onu mahvediyorsun.” [sy. 22]

marla singer

Tyler’la nasıl tanıştığıma gelince, bir çıplaklar plajına gitmiştim… Kumsalda ikimizden başka kimse yoktu.” [sy. 30] Tanışmanın sonrasında telefonunu Tyler’a veren genç adam başına geleceklerden habersizdir. Sendikaya kayıtlı bir film makinisti olan Tyler Durden aynı zamanda bir otelde garsonluk ve evinde sabun imalatı yapmaktadır. Genç adam yine bir iş seyahatine çıkar. Geri döndüğünde, evinin yanışını ve kül olduğunu görür. Tyler’a telefon eder, Tyler, “Eğer ne istediğini bilmezsen, bir bakarsın istemediğin bir sürü şeyin olmuş” [sy. 44] diye yanıt verir. Joe’nun kırık kalbi olan genç adam, “Hiçbir zaman tamamlanmamış olmayayım ne olur, hiçbir zaman kusursuz olmayayım… Kurtar beni Tyler, kusursuz ve tamamlanmamış olmaktan kurtar.” [sy. 44] Tyler önce buluşmayı sonra da kendisine yerleşmeyi önerir. Buluşurlar. Genç adam merak eder ve kendisinden ne istediğini sorar. Tyler, “Bana bütün gücünle vurmanı istiyorum” [sy 44] der. Dövüş Kulübü, kurallarıyla kurulmaya başlamıştır. Kural: “Dövüş kulübünün ilk kuralı dövüş kulübü hakkında konuşmamaktır.”[sy. 46]

Hayat Öpücüğü

fight-club-1999-06-gMarla Singer, genç adamı sever. Genç adam Tyler Durden’i,Tyler DurdenMarlaSinger’ısever. Gündüzleri yaşadıkları bu ruh halini, geceleri Dövüş Kulübü’nde bedenlerini öldüresiye yorarak yatıştırırlar. Haz duygusundan, öfke nöbetine doğru yol aldıkça Dövüş Kulübü’ne kontrolden çıkmış yeni Frankenstein’lar katılır. Bu durum Tyler için iştah kabartıcıdır. Nitrogliserinler, çamaşır sodaları, nitrik asitlerle yapılan her dinamit onların hayatında yeni bir hayat öpücüğüdür. Tyler’in son derece estetik olan hayal dünyası özgür bir toplum için artık iş görebilir bir hale gelmiştir.

Uykusuzluk anında beyinde uçuşan düşünceler hayata karşı Tyler Durden’ı daha da acımasız hale getirir: “Louvre Müzesini yakmak istemek”[sy. 124], “Mona Lisa ile kıçını silmek” [sy. 124], “Dünyadan tarihi söküp atmak” [sy. 125], “Amazon ormanlarını yakmak istemek” [sy. 123], “Uzaya, klorofuorokarbon gazları pompalayıp ozon tabakasında koca koca delikler açmak” [sy. 124], “Dünyanın dibe vurmasını istemek” [sy. 124], Kargaşa projesinin temel hedeflerini Tyler Durden, medeniyetin derhal tasfiyesi olarak görüyordu. Bu hemen çabucak olmalıydı. “Çünkü” diyordu Tyler, “Kendimi mahvederek ruhumun gerçek gücünü keşfedebilirim.”[sy. 109]

Dövüş Kulübü üyeleri, her kavgadan sonra gittikçe lanetlenmenin görkemini yaşamaya başlarlar. Barbar olamayacak kadar zeki, hayata öfke duyacak kadar da güçlülerdir artık. Hayata öykünmeye, itaat etmeye, başkalarının planlarının içinde küçük bir parça olmaya hiç gerek yoktur. Satır aralarında sloganları, biricik hatta tektir: Haz, insanı öldürür! Acı, insanı güçlü kılar! Dövüş Kulübü üyeleri, hayatın acısını ruhlarında yaşamaktansa, bedenlerinde köreltmeye karar verirler.Bu noktadan itibaren ruhları öfke, yumrukları şiddet kusmaya başlar.

fight-club-book-cover‘Kargaşa Projesi’, hayattadır artık. “Kundaklama Pazartesi’leri toplanır. Saldırı Salı’ları. Tahribat Çarşamba’ları toplanır. Yanlış bilgilendirme ise Perşembe’leri. Örgütlü kaos. Anarşi bürokrasisi…” [sy. 119] Ve hayat, Tyler Durden ve ekibi için ‘Kargaşa Projesi’ olmuştur artık. Her şeyi yok etme hırsı, hayatın önüne geçmeye başladığında, uykusuzluk ve yumruklar insanın coğrafyasını değiştiren şiddeti hayata yayılan bir müzik gibidir!

Kapitalizmin, kişiliksiz planlaması sonucunda hayatın dışında kalanlar mutlaka Tyler Durden gibi o hayatta yanılgıyı içlerindeki isyan duygusu sayesinde keşfetmişlerdir. Artık keşfedilmesi gereken ateşe giden yolun nerede olduğunu bulmaktır. Tyler, “Kaç kuşaktır insanlar nefret ettiği işlerde çalışıyorlar, neden? Gerçekte ihtiyaç duymadıkları şeyleri satın alabilmek için” [sy. 150] dedikten sonra hemen arkasından şunları söylüyor; “Kültüre karşı büyük bir devrim hazırlıyoruz. Büyük buhran bizim hayatlarımız. Biz, ruhani bir buhran geçiriyoruz.” [sy. 150] Evet, kanımca romanın kilit cümlesi bu! Şenlikli bir haz’dan öfke nöbetine dönüşen ‘Kargaşa Projesi’ Tyler Durden tarafından kontrol edilemeyecek noktaya doğru gitmeye başladığında Tyler, kenara çekilip bütün olanları uzaktan bakmak ister. Doğrunun sınırsızlığı, gerçeğin ateş gibi yanan sonsuzluğu ve iddiasının kurbanı olabilen bir kahramanın bilgisine sahiptir artık. TylerDurden, kendi yazdığı bu ölüm operasının en önemli şairidir.

Dövüş Kulübü’ne ait en iyi verileri mitolojilerde bulabiliriz. Mitolojilerdeki kahramanların tamamı güzel, kutsal ve şiirsel olana yakındır. Thanatos ve Eros güzel olana yakındır. Ama, Medusa da güzeldir. Ve kendisine karşı çıkanı taş kılar. Tyler da, Medusa gibidir, hayata doğru akar. Bu akış aynı zaman da çok şiirseldir de. Şüphesiz bu şiirsellik daha mükemmel şekillerle de ifade edilebilir. Ama roman boyunca Tyler’ın bu dünyadan estetik hazzı çok yüksek intikam alma şeklini, Chuck Palahniuk tarafından ölümsüz bir ikon gibi sunulmasını kesinlikle, ‘hayal gücü’nün zaferi olarak görmeliyiz.

Yanıta Açılan Kapı

Fight-ClubHeidegger, “Metin hakikatin bir projesidir” der. Bu çıkarsama doğruysa ki doğru olduğuna inanıyorum. Dövüş Kulübü’nün ne olduğu sorusuna yanıt; yanıta açılan kapıdır hatta yanıtın kendisidir. Hiç kimse gerçeği ele geçirme şansına sahip değildir. Yalnızca onu görür ve peşinden koşmaya başlar. Tyler, kapıyı açmaktan öteye geçer. Çünkü bu kokuşmuş hayatın kalbine bir bıçak saplama iddiasını taşır. Dövüş Kulübü, bir hayat projesidir artık. O halde bu kapıyı açmayı başaran, yanıta ulaşacaktır! Kapıyı açma eylemi, her insanın özverisi ve yeteneğine bağlıdır. ‘Kargaşa Projesi’ gerçeğin bir parçası olduğuna göre, gerçeğin kendisini de anlamakla eşdeğerdir. Bir adım daha ileriye giderek şunu söyleyebilirim: Gerçeğin kendisini anlayamaya çabası olmayanın, gerçeğin kendisiyle sorunu olmaz, olamaz. Bu sorunu düşünmeyen bireyin, Dövüş Kulübü’nü anlaması -asla- mümkün olamaz.

Filmle ilgili söyleyebileceğim tek cümleyi zaman zaman tekrar edip dururum; ne diyordu TylerDurden, “Lanet olsun dostum hayatı sevmeme ramak kalmıştı.

*Biz, Yevgeni Zamyatin, Ayrıntı Yay.,Çev. FusünTülek, say. 180, 1988

** Dövüş Kulübü,  Chuck Palahniuk, Ayrıntı Yay.,Çev., Elif Özsayar, sy. 224, 2001

En Kanlı Batman Macerası: Ölümün Yüzleri

$
0
0

batman-olumun-yuzleri3batman-olumun-yuzleri4

DC Comics’in Eylül 2011’de başlattığı Yeni 52 (The New 52) hareketi kapsamında çıkardığı yeni serilerden olan Batman – Dedective Comics’in, Ölümün Yüzleri adını taşıyan ilk cildi adeta bir “gore” yapıtı.

sisko-ninja

 Ege Görgün (Landlord)

Batman’i Batman yapan, yani onu bir çizgi roman efsanesi mertebesine çıkaran biraz da düşmanlarıdır. Penguen’dir, Ra’s Al Ghul’dur, Bilmececi’dir (Riddler), Korkuluk’tur (Scarecrow), Zehirli Sarmaşık’tır, (Poison Ivy), Çiftesurat’tır (Two-Face), Bay Buz’dur (Mr. Freeze) ama en çok da Joker’dir.

batman-olumun-yuzleri2Ölümün Yüzleri Joker’in bile iflahını kesecek yeni bir süper-kötü ile tanıştırıyor bizi: Dollmaker. İnsanları bezbebekler gibi dikip biçme adeti olan bu şeytani ademden Joker bile nasibini alıyor. Üstelik tek başına da değil Dollmaker. Etrafı sözde “evlat edindiği” ve kendince yeniden tasarladığı insan-canavarlarla çevrili. Bunlar kan dökmek, can almak konusunda “babalarını” sık sık gururlandırıyorlar.

Dolayısıyla Tony S. Daniel’in hem yazıp hem de resimlediği bu soluk kesen macera – ki soluğu en çok da kesilen kudretinin sınırları test edilen Batman – akla İtalyan korku-gerilim sinemasının ustalarından Dario Argento’nun filmlerini getirecek miktarda “gore” üsluplu. (Gore, çok kanlı sahneler içeren, şiddet sahnelerinin açıkça gösterildiği filmleri tarif etmek kullanılan bir sinema tabiri. ) Öyle ki – temenni ettiğimden değil – ciddi bir denetim olsa kitaba yaş sınırı koyulurdu gibi geldi bana.

batman-olumun-yuzleri5Ölümün Yüzleri, Gotham’ın altı yıldır tanıdığı maskeli figür Batman’in, son altı ayda 114 cinayet işlediğini düşündüğü Joker’in peşine düşmesiyle başlıyor. Batman’in polislerle de arası yok çünkü belediye başkanı onu kanun kaçağı ilan etmiş ve görüldüğü yerde vurulması emrini vermiş durumda. Bu karara karşı gelen polisler ise Komiser Gordon ve dedektif Harvey Bullock.

Batman’in tüm olumsuzluklara rağmen yakalamayı başardığı Joker Arkham Tımarhanesi’ne kapatıldığında herkes derin bir oh çeker. Ama Arkham’daJoker’in başına gelenler o ana dek yaşananların yalnızca fırtınanın habercisi olduğunu ortaya çıkarırır. Daha en kötüsüyle karşılaşmamışlardır.

JBC Yayıncılık uzunca bir süredir devam eden sessizliğini ardı ardına yayınladığı albümlerle bozdu. Çizgi roman severleri oldukça keyiflendiren bu hareketlilik devam edecek gibi üstelik.

“Gökkuşağı Günleri”: Şili’nin Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı

$
0
0

Skarmeta

Bakunin’e göre seçimler sadece ve sadece burjuvazinin oyunu uzatmasına yarar, kurtuluşun seçimle gelmesi tek kelimeyle imkansızdır. Tarihin çoğu zaman Bakunin’i haklı çıkardığını söyleyebiliriz. Tek bir istisna haricinde! 1973’te Marksist devlet başkanı Salvador Allende’yi kanlı bir darbeyle yıkıp 1990’a değin Şili’yi postalla yöneten Augusto Pinochet, 15 yıllık cunta terörizminin ardından 14 Aralık 1988’de uluslararası arenaya meşruiyetini kanıtlamak amacıyla bir plebisit (referandum) düzenlenmesini kararlaştırmıştı. Pinochet, 17 siyasi partinin Patricio Aylwin başkanlığında birleşerek, kendisine karşı ‘hayır’ kampanyasını desteklediği bu plebisiti kesinkes kazanacağını düşünüyordu. Fakat öyle olmadı, seçmenler %54,6’sı ‘Hayır’ oyu vererek önce darbe hükümetini yıktı, ardından da 1990’da iktidarı Pinochet’in elinden aldı. Tarih ve Bakunin bu kez yanılmıştı!

Ercan Dalkılıç (2) Ercan Dalkılıç

Geçtiğimiz günlerde Kırmızı Kedi Yayınevi etiketi ve Pınar Savaş’ın duru ve akıcı çevirisiyle raflardaki yerini alan Antonio Skármeta imzalı Gökkuşağı Günleri işte bu plebisiti bir felsefe öğretmeni olan babası darbe yönetimince tutuklanan liseli Nico Santos ve sol görüşlü olduğu için kimsenin iş vermediği reklamcı Adrian Bettini’nin gözünden anlatıyor esasen. Cunta hükümetinin içişşleri bakanı, Pinochet’nin düzenlemek istediği plebisitin kampanyasını  “iş başka, arkadaşlık başka” diyerek ülkenin en yetenekli reklamcısı olarak gördüğü solcu Bettini’ye teslim etmek ister. İçler acısı bir halde olan Bettini, yine de görüşlerinden taviz vermeyecek ve bakanı reddedecektir. “Evet Kampanyası”nı yönetmeyen Bettini, gelgelelim bakana verdiği sözü tutmayarak “Hayır Kampanyası”nı gizliden gizliye yürütmeye başlar.

Gökkuşağı GünleriGökkuşağı Günleri, ilk yarısında satır aralarında barındırdığı detaylarla Pinochet’in hüküm sürdüğü yıllara çok iyi ışık tutmayı beceriyor: İçişleri bakanının Bettini’ye iş teklif ettiği bölümde bakanın “Hükümetimizi istediğiniz kadar eleştirebilirsiniz ama profesyonellerden oluşan parlak bir takım olduğumuzu yadsıyamazsınız. Ekonomi tıkırında!” çıkışına karşılık Bettini, “Zenginler için öyle.” cevabını veriyor. Zenginlere çalışan rejim,  halkın gitgide artan yoksulluğuna göz yumuyor apaçık. Buna rağmen Pinochet, plebisiti kaybetmesi halinde Şili’nin mahvolacağına herkesi ikna etmiş durumda. Tüketmeye güdümlü ve her şeyi alabilmek için borçlanan halk, Pinochet’in kaybetmesi halinde raflarından bomboş kalacağından deli gibi endişeleniyor. Bir nevi anti-komünist propaganda uygulanmış yani yıllarca Şili’de, Gökkuşağı Günleri‘nden anladığımız kadarıyla.

Rejimin plakasız gri arabalarla (bizim karanlık 90’ların Toros’unu anımsan) evinden alıp kaybettiği insan sayısı ise 30.000’i aşmış durumda. Fakat Bettini kızının erkek arkadaşının babasının askerler tarafından götürüldüğünü ve sağlığından endişe ettiklerini söylediğinde içişleri bakanının rahatlığı gerçekten de ibret verici. “Birçok kişi hiçbir neden olmadan endişeye kapılıyor. Bazen adamlarım sıradan birkaç soru sorarlar ve tutuklu hiçbir sorunla karşılaşmadan evine döner.”  Halbuki o günlerde “tutuklanmıştır ve kayıptır” ifadesi bir tabuydu. En fazla “kayıptır” denilebiliyordu haberlerde, “içinde bulunduğumuz karmaşık koşullar nedeniyle.”

no-film

Gökkuşağı Günleri, 2012’de “NO” adıyla sinemaya uyarlanmış, başrolünde de Gael Garcia Bernal oynamıştı.

Skármeta, birçok kültürel referansla yoğurmuş Gökkuşağı Günleri‘ni. En başta Pinochet ve Şili halkının karşı karşıya geldiği plebisiti Davut ve Golyat’ın düellosuna benzetmiş sözgelimi. (En eski kaynaklara göre Davut, boyu 3 metreyi aşan savaşçı Golyat’ı sadece sapan kullanarak dize getirmiştir.) Billy Joel’in Just The Way You şarkısından tutun da –ki biçime değilse bile en azından metin bazında romana katılıyor bu şarkı- Platon’un mağara alegorisi’ne oradan Shakespeare’in Romeo ve Juliet’ine dek saymakla bitmeyecek dokumalar yapılmak suretiyle bin bir emekle örülmüş elimizdeki eser. Bir de ben, Salinger’ın Çavdar Tarlasındaki Çocuklar’ını duyumsadım –bizim bildiğimiz adla Gönülçelen‘i- bol bol “Gökkuşağı Günlerini” okurken; kitabımızdaki Nico Santos, Holden Caulfield’ın bir çeşitlemesi sanki.

Gökkuşağı Günleri‘yle 2011 yılında Planeta-Casamerica ödülünü kazanan Antonio Skármeta, uzun yıllar Batı Berlin’de yaşadıktan sonra 1989’da Pinochet rejiminin çökmesini sağlayan bu plebisit sayesinde ülkesine dönebilmişti. Skármeta’nın ‘El Plebiscito’ adıyla tiyatroya da uyarladığı Gökkuşağı Günleri, 2012’de Pablo Larraín yönettiği, En İyi Yabancı Dilde Film Oscar Adayları arasında da gösterilen NO filmine de kaynaklık etmişti.

 Antonio Skarmeta, Gökkuşağı Günleri

Kırmızı Kedi Yayınları, 184 s.

Yıkılmış Hasret

$
0
0

Neçayev Dönüyor

[Barikatlar sokakları tıkıyor ama perspektifleri açıyor.]
Neçayev Dönüyor*, s. 278

Aslında hayatın kendisi çoğu zaman hüzün verici. Bazı romanlar, bazı filmler, bazı fotoğraflar, bazı şarkılar, kısacası bazı şey’ler çok ama çok hüzün ve üzüntü vericidirler. Sinema tarihinin en görkemli filmlerinden biri olan Akira Kurosawa’nın, Düşler’i de öyledir. Filmdeki, ‘Tünel’ hikâyesinde yüksek rütbeli bir komutanın karşısına, karanlık bir tünelden çıkan [bir savaşta kaybettiği] askeri sinema tarihinin en anlamlı ve en can alıcı repliğini söyler. “Komutanım, ben öldüm mü?” Hemen ardından tünelden bir tabur asker çıkar. İnanılmaz bir sahneyle karşıyayızdır. Komutan tünelin karanlığından bütün askerlere, “Hepiniz öldünüz! Sizler birer ölüsünüz!” dedikten sonra tünelin karanlığını göstererek, “Geri dönün!” der. Komutan tekrar bağırır: “Hepiniz birer ölüsünüz! Emrediyorum geri dönün!” Bu sahne, Diane Arbus’un fotoğraflarından çıkmış ‘acımasızlık’la, Bruggel’in resimlerindeki ‘kaotik’ sapma arasında gidip gelir. Tam da bu nokta, zaman’ın durduğu ara[lık]lardır. Bazen üzülmekten başka bir şey yapamayacağımız çaresiz an’larımız vardır. İşte bu an, o an’dır.

Ertekin-Akpınar Ertekin Akpınar

Jorge Semprun’un, Neçayev Dönüyor kitabı da, yukarıda anlattığım örneklere dahası hayat[ımız]a dair zaman ve acımasızlık an’larına dair bir roman. Yirmili yaşlarda beş üniversite öğrencisinin: Daniel Laurençon [Kod adı: Neçayev], Marc Lilental, Julien Serguet, Adriana Sponti, Ellie Silberberg “yaşamın sadece mucizelerle, tuzaklarla ve alabildiğine büyük yanlızlıklarla dolu bir çöl” [sy. 200] olduğu yıllarda silahlı mücadele için kurmuş oldukları ‘Proleterya Öncüsü’nü fesih kararı alırlar. Buna bir tek Daniel Laurençon karşı çıkar. Diğer dört kişi Franco karşı gizli etkinlikler içinde olan Luis Zapata’yı [Büyük Zorro] Daniel Laurençon’u ortadan kaldırmak için kiralarlar. Zapata ve Laurençon [ya da Zorro ve Neçayev], Guetamala’ya doğru, bir ölüm yolculuğuna çıkarlar.

Jorge Semprun

Üç hafta sonra Laurençon’un ölüm haberi gelir. 1974 yılında, Guetamala’da bulunan Fransız konsolosu, Laurençon’un evraklarını üvey babası Adli Polis Başkomiseri Roger Marroux’a teslim ettiğinde, Marroux, hemen bir ay izin alır. Guetamala’nın volkanik tepelerindeki yerlilerin köylerini dolaşan Marroux, Laurençon’un peşinde ‘büyük izi’ni sürer. Laurençon, en son San Juan ve oradan da Samala Vadisi’nden üç bin metre yükseklikteki küçük bir köy olan San Francisco El Alto’ya varmıştır. Marroux, Laurençon’un ‘ölüm yolculuğu’nun izini sürerken San Juan’a geldiğinde oradaki yerli kadının Laurençon’un ‘randevu’su olduğunu söyler. Marroux şaşırır, bu kimdir? Kiminle randevusu vardır? Yerli kadın, Marroux’a üç bin metre yükseklikteki köyü gösterip Daniel Laurençon’un, ‘ölüm’le bir randevusu olduğunu söyler. Laurençon’un yanında yerlilerin deyimiyle, el rubio [sarışın] bir adam daha vardır. Roger Marroux, üç bin metre yüksekliğe çıktığında bir hanla karşılaşır. Laurençon, burada kalmıştır. 11×18 ebadındaki not defterini Laurençon’un kaldığı odada bulan Marroux, tarihli ve tarihsiz bir dizi düşünceler ve aforizmalarla karşılaşır: “Roger Marroux, biraz da yaşamının, gerçeği asla öğrenemeyeceği temel bir bölümüyle ilgili sayfayı çevirdiği izlenimine kapılarak defteri kapatıvermişti… Daniel hiçlikte yok olup gidiyordu.” [sy. 59]

FesatAradan yirmi yıl geçer ve bir gün Ellie Silberberg’e telefon eden Louis Zapata, “derhal” görüşmeleri gerektiğini ve bunun “çok önemli” olduğunu söyler. Silberberg, “neden ben?” dediğinde Zapata, “beşimizin arasında en tanınmış olanı sizsiniz… En az siz göze çarparsınız. İşte bu nedenle listede yoksunuz.” [sy.13] Zapata başına gelebilecek her türlü olumsuzluk için kızı Sonsoles’e, Fromont’taki evinin salonunda bulunan İstanbul Manzara’sının arkasında gizli bulunan kasanın şifrelerini verir. Kasanın içinde üzerindeki damgada Roger Marroux yazan bir zarfın acele olarak Marroux’ya iletilmesi gerektiğini söyledikten sonra Jaguar marka arabasıyla Froidevaux sokağında, Ellie Silberberg’le buluşmaya gider. İşte kitap, Luis Zapata’nın bu buluşmaya gittiğinde üçüncü bir kişi tarafından vurulup öldürülmesiyle başlar. Yirmi yıl önce ölüme mahkûm edilen Daniel Laurençon [Neçayev] geri [mi] dönmüştür?

Ruhların Randevusu

 Bir kurt bile sıkıştırıldığında, kaçmadan önce durur ve bir daha göremeyeceği düşmanına ikinci kez bakar. Kızılderili Atasözü

Sartoris5’e, 5! Bu bir randevudur. Paul Nizan’ın, Fesat**’ına karşı, Jorge Semprun’un, Neçayev Dönüyor’u, Nizan’ın; Rosental, Laforgue, Jurien, Bloye ve Pluvinage’ye karşı Semprun’un, Laurençon, Liliental, Serguet, Sponti ve Sillberberg’i vardır. Bunun için, Neçayev Dönüyor’a, Paul Nizan’dan ve Dostoyevski’nin Ecinniler’inden birer alıntı yaparak başlar. Dikkatli okuyucuların bu üç ayrı kitapta gözünden kaçmaması gereken bir ‘ayrıntı’ vardır. Ecinniler’deki Stavrogin, Fesat’taki Rosental ve Neçayev Dönüyor’daki Laurençon, Stavrogin’in itirafıyla Neçayev’in dönüşü arasındaki paralellik Sempurn’a göre; “… Onun hayata topluma doğru dönüşü aynı zamanda da size doğru bir dönüş olacak”tır. [sy. 255]

Buradaki ‘siz’, ‘biz’ olma ve ‘kendileşme’ sürecinin son halkası olan Laurençon’dur. Roger Marroux’da, ‘iyilik’ ve ‘kötülük’ izini süren Semprun, Zapata’da ‘mutlak doğruluk’ ilkesini, Laurençon’un genelinde Sergey Neçayev’in Devrimcinin El Kitabı’ndan, ‘Devrimcinin kayıp bir adam olarak portresi’ni, özelinde ise etik problemini tartışır. Bu tartışma, metinler arasındaki gezinti bizi Guilloux’un, Kara Kan’ından, Faulkner’un Sartoris’ine, Rousseau’nun İtiraflar’ına Shönberg’in müziğine, Char’ın şiirlerine kadar ‘açık’ metinlere davet ediyor. Tabii merkezine Sergey Gennadiyeviç Neçayev’in, Devrimci’nin El Kitabı’nı alarak. Bize çok farklı ‘anlam düzeylerinde’ okuma olanağı sağlıyor. Metin tam da bu noktada kendi kendisini çoğaltıyor. Hikâye bir kuşağın ya da bir dönemin hikâyesi olmaktan çıkıp bir ‘duygunun’ ve ‘duyarlılığın hikâyesi’ olmaya doğru gidiyor. Semprun, okuyucusuna bir kapı açtığında karşısındakine yeni öneriler getirebiliyor.

edgarÖrneğin, Elias Berg takma adıyla polisiye romanlar yazan Ellie Silberberg’in hiçbir polisiye romanından parçalar okumadığımız gibi onların isimlerini de bilmiyoruz ama adli polis başkomiseri Roger Marroux’un yıllarca bu polisiye romanları okuyup bu ‘5’ kişinin duygu ve düşünce dünyalarıyla iletişim kurması ve bir tür ‘ana-izler’ yöntemiyle, şüphesi bu insanların kamuya karşı gizli ve kapalı tuttukları ‘iç dünya’larını bir okuma biçimi olarak tanıyabiliriz. Marroux, ‘içsel’ kötülüğün dışarıya vurulduğunda, görünüşte simgesel bir ‘değişim’ olduğunu tespit eder. Bu değişim süresi içteki ‘kötülük’ duygusunun metinde ‘teşhis’ edinmesidir. Roger Marroux tam da bu noktada, ‘kötülük ilkesi’ni, ‘anlatı’ düzeyinde çekip günlük yaşantının önemli bir bölümünde ‘problem’ çözme ‘ilke’sine yöneltiyor. Tıpkı Arthur Conan Doyle’un Sherlock Holmes’u, Edgar Allen Poe’nun Auguste Dupin’i, G. K. Chesterton’un Rahip Brown’u gibi.

Tabii bir de anlatanın temel yapısını oluşturan belirli ‘kritik alıntılar’ var. Bunlardan biri de Hannah Arendt’in, “hiçbir kuramsal düşünce iyi anlatılmış bir tarihin yarattığı duygu zenginliğine sahip olamaz.” [sy. 173] Yorum gücünün en iyi örneklerinden biri olan bu ‘saptama’ aslında Walter Benjamin’in, Tarih Üzerine Tezler denemesindeki ‘ana görüş’üdür.

Benjamin‘in İspanya sınırındaki intiharıyla, Hanna Arendht’in kendi çocuğunun “çocukluğunun prehistoryası bitince” [sy. 188] bu durumu Semprun, Daniel Laurençon’un kendi babasının imgesine yitirmesine taşır: “Ölümün labirentinde yolunu bulmasını sağlayacak çıkış yolunu sonsuza dek kaybetmiştir.” [sy. 247]

netchaiev-est-de-retour.filmin-afisiGidiş, dönüş kadar hesaplanmış bir ‘kaçış’ değildir. Gitmenin, ‘kaçış’a dönüşmesi hiç şüphesiz hesapta olmayan ‘planlar’ın ‘su yüzüne’ çıkmasıyla kendi ‘anlamına kavuşur.’ Hesaplan[ma]mış bir gidiş, hesaplanmış bir gelişe dönüşebilir mi? Daniel Laurençon’un hesaplan[ma]mış bir gidişi; hesaplanmış bir dönüşe, kaçışın kendi dışında hesaplanmasıyla / kendi iç hesaplaşmasının arasında gidip gelir. Laurençon’da, ‘kayıp insan olma’ düşüncesi bu noktada şekillenir. Babası Michael Laurençon’un, 30 yıl önce Blaninville sokağındaki bir odada Gestapo tarafından tutuklanmasıyla 30 yıl sonra Daniel Laurençon’un ‘eski bir hesap’ için geri dönmesi bir rastlantı değil; planlanmış randevudur. Babası gibi onu da ‘ele veren’ler vardır. Ve bunu bütün yazdığı polisiye romanlarda takma isim kullanan Ellie Silberberg’e [Elias Berg] bir gün Roger Marroux, “kitaplarınızda beni etkileyen yan, tümünün aynı anlatım dokusunda olması… Saplantı halinde bir durum bu… Koşullar ve olaylar değişse de, tümünde sadece ve sadece bir grubun ve ihanetin hikâyesi anlatılıyor. En azından olduğu varsayılan bir ihanetin… Kısacası hep “Fesat’ın şeması… Ama sizin Pluvinage’ınız Paul Nizan’ınkinden, daha az kararlı ve daha kapalı. Hain olup olmadığı hiçbir zaman bilinmiyor” [sy.172] dediğinde bir kitabın değil, bir hayatın tanımını yapar. Bu hayat, zamanın akışını şiddetlendirdikçe her şey ‘gecikivermiş bir gelecek’ duygusuyla yaşanır. O, ‘gelecek’ geldiğinde[!] herkes kendi kavramlarına sığınıp onların ses’lerini ararlar. Bunun için Cioran’ın, ‘itiraflar ve aforizma’larına başvururlar. Semprun’a göre Cioran, “paslı bir jilet”tir. [sy. 241] Uzaklara gidip yıllar sonra geri dönen biri için bu bir hiç’tir. Ve Semprun’a göre, “hiçlik kurguya katlanamaz: gerçeği aşar.” [sy. 241] Ama bu gerçeklikte bir o kadar karışık, yıkımlarla dolu, “itiraflarda tamamlanmamış bir gizem vardır. Cioran’ın hiçliğinden, Jean Cocteau’nun ‘gizemine’ ulaşan Daniel Laurençon, “mademki bu gizemler bizi aşıyor, onları bizler düzenliyormuş gibi davranalım” [sy. 318] der. Bu ‘hayat’ onu ‘ölümün’ labirente itmiştir. Bu labirentte yüzlerce, binlerce kişi gibi o da ‘çıkış yolu’nu sonsuza dek kaybetmiştir.

Kendi yalnızlıklarının sonsuzluğunda, ‘kaybolanların düşü’ hepimizin hayatından tam da bu noktada daha ağırdır. Bütün bunlar Semprun’un dediği gibi, “çok anlamlı bir utanç”tan [sy. 133] başka bir şey olmuyor.

Meraklıları için kısa bir not: Kitabın 1991 yılında İtalyan-Fransız ortak yapımıyla, yönetmen Jacques Deray tarafından filme aktarıldığını da söyleyelim. Başrollerini; Yves Montant, Vincent Lindon, Miou Miou ve Patrick Chesnais paylaşmıştır.

 Neçayev Dönüyor*, Jorge Semprun, Çev. Mustafa Balel, Ayrıntı Yay., 320 sy.

Fesat**, Paul Nizan, Çev. Özdemir İnce, Telos Yay.248 sy. 

Eteklerinde Bir Yığın Yaprak (Mitch Cullin / Hafif Bir Akıl Tutulması)

$
0
0

Mitch Cullin

Baker Sokağı 22 numara, çoğu polisiye okurunun kendi adresinden önce ve gururla ezberlediği ilk adres olsa gerek. Elbette yalnızca bir mesken ya da işyeri olarak değil, akıl çağının çekirdeği şeklinde kurgulanmış bir mekân Baker Sokağı 22 numara, bir laboratuar. Bilinemez olana karşı derin merakı ve yarışılamaz gözlem yeteneği sayesinde, yaşadığı çağın özetine dönüşüvermiştir Sherlock Holmes. Bu engel tanımaz dedektif bize şunu demektedir: aklın ve mantığın ezip geçemeyeceği soru/sorun/inanç yoktur. Holmes budur, yirminci yüzyılın başına yakışmaktadır.

suat-duman Suat Duman

Bir süper kahraman değil. Hatta belki süper kahraman mevhumuna rakip olduğu bile öne sürülebilir. Yine de özellikle batı sanatında süper kahramanlar kadar yoğun ve yeniden üretildiğini görüyoruz. Çok önemli bir kültürel imge olduğuna şüphe yok. Çok sayıda kitap, filmler ve televizyon dizileriyle asrın tamamında gündemimizde ve yanı başımızda.

Bilmiyorum, bilemiyorum…

Mitch Cullin’in yazdığı Hafif Bir Akıl Tutulması, en çok Holmes’e güncel bakışı sergilemesi nedeniyle ilgimi çekti. Kitapta Holmes yaşlı, yalnız, yorgun ve şehir hayatının uzağında resmediliyor. Alâmetifarikası olan analitik yeteneğinden eser yok. Büyük ölçüde yitirdiği yürüme yeteneği, beraberinde kibrini de alıp götürmüş. Yavaş, hareketten ziyade çakılı kalmaya meyilli. Şaşaalı çözümlemelerden ve gösterişlicümlelerden eser yok. Holmes devrini tamamlamış. Peki, öyle mi?

Mitch CullinHikaye Amerika’nın Hiroşima’da tüm insanlığın tepesine bıraktığı atom bombasından kısa bir süre sonra Holmes’ün Japonya’yı ziyaretiyle başlıyor. Dedektif yaşlanmıştır ama yaşattığı onca korku ve dehşete, zihinlerden silinmesi olanaksız kâbusa rağmen Hiroşima’da otlar yeniden yeşermekte, ağaçlar yeniden yapraklanmaktadır. Holmes iki elinde iki baston Japonya’da bal arılarının izini sürmektedir. Bir yandan da yeni ikametindeki genç yardımcısı ile Dr. Watson’ın yazmadığı hikâyelerini anımsamaya çalışmaktadır. Bir Sherlock hikâyesinde olmazsa olmaz paralel iki gizemli hikâye çok iyi bir kurguyla anlatılıyor. Hafif Bir Akıl Tutulması, karakterine ve onun temsil ettiği değerlere yaklaşımı tartışmalı olsa da çok iyi yazılmış bir roman. Edebi değeri ve Holmes hikâyelerine olan katkıları takdire şayan.

Kitaptaki Holmes’ü tanıtmak içinse şu kısmı okumak yeterli olur sanıyorum:

“Holmes defteri kapatırken kendisini çok bitkin hissediyordu. Dünyada yanlış bir şeyler oluyordu. Ondan habersiz, bir takım köklü değişimler…”

Yine, hemen peşinden, “O halde gerçek hangisi? Bu sonuca nasıl varıyorsunuz?” sorusuna, kafasını yastığına gömüp şöyle yanıt veriyor Holmes: “Bilmiyorum, bilemiyorum. En ufak bir fikrim bile yok…”

Daha önce Homes’ün ölüp dirildiği macerasına bile tanık olmuştuk. Akıl çağının Holmes’ü ölemiyor/öldürülemiyordu. Bugünün dedektifi bilmiyor/bilemiyor.

 header

Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak

Dedektifin gözlem gücü ve buna duyduğu müthiş güven Hafif Bir Akıl Tutulması’nda manzaranın keyini çıkarmaya dönüşmüş durumda. Holmes bu sefer maziyi anımsamak ya da gün batımının hazzı için bakıyor semaya. Genç Holmes gün batımına bakıp Samanyolu’nun gizemlerini nasıl çözebileceğini düşünürdü muhtemelen, ihtiyar Holmes gün batımında biraz keder biraz romantizm görüyor. Samanyolu’nu da başkası düşünsün!

Eh, nihayet Holmes bir insan ve yaşlanması bizi şaşırtmamalı. Fakat şu da unutulmamalı, Holmes’ü bu kadar uzun bir süre gündemimizde tutan ve onu edebiyatın/tarihin zindanlarında yitip gitmekten alıkoyan şey, yüzyıl kavgasının bitmemiş olmasıdır. İnsanlık hurafelerle, kör inançla, bağnazlıkla mücadelesini mutlak bir galibiyetle sona erdirmiş değil. Bize, tüm karanlığa meydan okuyan, uçmayan, pelerinsiz bir kahraman gerek. Holmes, en doğal yetenekleriyle insanın kahramanlaşmasıdır. Bu nedenle Mitch Cullin’in denemesini bir fantezi olarak alıyorum. Holmes yaşlanabilir ama ağlayarak semaya bakamaz: daha gün o gün değil!

Viewing all 138 articles
Browse latest View live