Quantcast
Channel: Kitap Hırsızları – Tersninja.com
Viewing all 138 articles
Browse latest View live

Korkusuz Geri Döndü: Daredevil

$
0
0

maleev daredevil

Marvel’ın süper kahramanlarından Daredevil’in Brian Michael Bendis  - Alex Maleev işbirliğiyle  kaleme alınan macerasının  3. cildi “AyaktakımıArkabahçe Yayıncılık’tan çıktı.

Murat Ocakcan Murat Ocakcan

Ülkemizde çizgi roman yayıncılığında önemli bir yere sahip olan Arkabahçe Yayıncılık, geçtiğimiz yaz sonunda yayınlamaya başladığı Daredevil macerasına son sürat devam ediyor.  Pek çoğumuzun bildiği gibi Daredevil, Matt Murdock adlı kör bir avukatın (yine radyoaktif meseleler nedeniyle ortaya çıkan) gelişmiş hisleri ve atletik becerilerini doğup büyüdüğü yer olan New York, Hell’s Kitchen’daki suç odaklarını alt etmek için kullanmasını konu alıyor.

daredevil arkabahçe

1969 yılında Stan Lee tarafından yaratılan ve birçok ünlü yazar – çizerin katkıda bulunduğu Daredevil’in Türkiye’deki yayın macerasına baktığımızda, 1983 yılından itibaren çeşitli süper kahraman maceralarında misafir olarak göründüğünü, ilk kez kendi adını taşıyan bir başlıkla yayınlanmasının 2000 yılında Arkabahçe sayesinde olduğunu görüyoruz (Hakan Alpin, Çizgiroman Ansiklopedisi, 2006, İnkılâp). Arkabahçe’nin bu dönemde yayınladığı Koruyucu Şeytan, Bütünün Parçaları, Uyan ve Seyirciye Oynamak başlıklı ciltler, 1998 yılında Marvel’ın Daredevil numaralandırmasını sıfırlayarak yeni bir başlangıç yaptığı dönemin ilk ürünleri. 4 cilt boyunca  yaratım ekibinde ünlü yönetmen Kevin Smith ve Back To The Future filmlerinin senaristi Bob Gale’in yanı sıra Joe Quesada, David Mack gibi önemli çizerlerle karşılaşıyoruz.

Maleev2 maleev7

Aradan geçen 10 küsür yıldan sonra Arkabahçe kaldığı yerden devam ediyor ve şimdi Amerikan çizgi roman tarihinin en önemli hikaye serilerinden biri sayılan Bendis – Maleev yapımı Daredevil’i bizlerle buluşturuyor. Türkçe’de İkinci Adam (Underboss), İfşa (Out) ve en son Ayaktakımı (Lowlife) ciltlerinin yayınlandığı Bendis – Maleev ortaklığındaki Daredevil, 2001 – 2006 yılları arasında yayınlanmış 12 ciltten oluşan bir külliyat.

Maleev maleev6

Hikaye, Samuel Silk, Jr. adlı kavruk mafya elemanının Kingpin’in sümsük oğluyla dostluğundan  yararlanarak Daredevil’in avukat Matt Murdock olduğunu öğrenmesiyle başlıyor. Silk bu bilgiyi öncelikle Kingpin’i devirmek için kullanır. Gelişen olaylar sonucunda kahramanımızın gerçek kimliği güçlü bir medya imparatoruna ait bulvar gazetesinde ifşa edilir. Bendis, bir süper kahramanın başına gelebilecek en kötü şeylerden biri üzerinden kurduğu anlatıda son derece karanlık bir atmosfer yakalamayı başarmış. Kahramanımızın kimliğinin açığa çıkması, etrafındaki insanları düşmanları için hedef tahtasına dönüştürerek kahramanımızın sosyal yaşamını felce uğratırken,  kendi etik değerleri dışında hiçbir denetime tabi olmayan, yasanın “dışındaki” düzen sağlayıcıların meşruluğu sorununun da kamuoyundaki en büyük muhatabı haline gelmesine neden oluyor.

maleev8

Bendis bu noktada hikayeye kara film anlatısının olmazsa olmaz bir unsurunu daha dahil etmiş. O eski altın çağda, iyiyle kötü birbirlerinin sınırlarına saygı duyan ve belli kurallarla hareket eden bir mücadelenin aktörleriyken, artık ne kural ne de sınır vardır.  Sadece kaos hüküm sürmektedir. Yazar Bendis’in yetkin anlatımı ve olay örgüsündeki zekice hamlelerine Alex Maleev’in karanlık ve fotografik çizgileri eşlik edince ortaya dört dörtlük bir macera çıkmış. Yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi 10 yıl aradan sonra Türkiye’deki okuyucusuna kavuşan bu klasiği sakın kaçırmayın.


Bir Manidar Zamanlar Hikâyesi: Fare Kral

$
0
0

Fare Kral

Okumanın bir düzene gereksinim duyduğu öne sürülür. Her eylem gibi okuma da program ve disiplinle daha doğru sonuçlar verebilir, kabul. Hem somut, test edilebilir bir durum bu. Tersi örnekler de yok değil ama, çok bilineni Da Vinci. Rönesans aydını, bu sıfatı disipline edilmiş okuma sistemine değil, kestirmeden söylersek disipline edilememiş öğrenme ve aydınlatma tutkusuna borçlu.

suat-duman Suat Duman

Edebiyat okumalarındaysa program oluşturmanın ve bu programa bağlı kalmanın, okuma eyleminin önceliklerinden bizi uzaklaştıracağını düşünürüm hep. En azından ilk okumalarda romanın/hikâyenin vadettiği serüveni, programın önceliklerine feda etmek istemem. Bu hem, bütün o serüven, hikâye, izlek, gerçeklik ve diğer ‘ortalama’ bileşenleri reddeden edebiyat için de geçerli. Sözgelimi Kafka okurken de, Faulkner okurken de geçerli. Bu yazarlar serüvene teslim olmasa bile, dile yaşattıkları serüven yeterince baştan çıkarıcıdır. Ayrıca Samsa’yı sabah sabah o vaziyette bulmanın eğlencesinden de kimse geri durmaz bana kalırsa, durmamıştır.

Gelgelelim bir de zamanında nasıl farketmemişim, dediklerimiz var. Nasıl olmuş da gözümden kaçmış ya da buralara neden bu denli geç uğramış diye hayıflandıklarımız. Yani okumanın bizim programımızdan bağımsız bir zamanı var. Dolayısıyla okumalarımız bir yandan güncele bağlı ilerlerken bir yandan da zamanı adeta devre dışı bırakmış yapıtların izini sürerek ilerliyor. Çoktan geride bıraktığımız, tümünü değilse de bütün iyi örneklerini okuduğumuzu varsaydığımız bir edebiyatın atlanmış, ihmal edilmiş bir temsilcisi ansızın karşımıza çıktığında ise herhalde bütün hislerimiz birbirine karışıyor. Bir risk alıp, en belirgin iki duyguyu seslendirebilirim: bir, yine mi, iki, yaşasın!

Fare Kral ikinci duyguya karşılık geliyor, benzer bir tadı ancak Chandler  ya da Markaris gibi ustalarda bulabileceğimiz, klasik polisiyenin dört başı mamur günlerini bütün ayrıntılarıyla getirip karşımıza bırakıyor. Türün tutkunlarının yağmurlarında yıkanmak isteyeceği o kirli yurdun kapılarını sonuna kadar açıyor kitap.

AVT_Michael-Dibdin_2226

Büyük sermayenin anatomisi olarak da okunabilir roman, 80’li yılların İtalya’sının kesiti olarak da. Sanayi devi bir ailenin başı, yaşlı Ruggiero’nun kaçırılması davası çıkmaza girince, soruşturmayı yürütmesi için dedektif Zen görevlendirilir. Üstüne vazife olmayan detaylara ilgisi ile bilinen, denetlenmekten hoşlanmayan Zen, davayı çözeceği umuduyla tercih edilmiş değildir. Epeydir masa başına çekilmiş olan dedektifin pasları çözülmemiştir bile. Bu haliyle olsa olsa davanın yavaş yavaş unutulmasına bekçilik edeceği düşünülmüştür. Fakat Zen paslanmamıştır, mekanizmanın inadına sağlam kalmış dişlilerindendir Zen, belki sadece biraz yorgundur.

O yılların, 80’ler, modadan, yemeğe tüm tüketim biçimlerine, bugünden bakılınca zor ama tercih edilir görünen teknolojik altyapısına dek (cep telefonlarının olmadığı, bilgisayarın ilkel şekliyle devlete girmeye başladığı günlerden söz ediyoruz) günlük hayatın bütün ayrıntıları romanda var haliyle. 35 yaş ve üzerindekiler için nostaljik bir 80’ler turu bile diyebilirim. Yaşı tutmayanlar içinse kasvetli bir eski dünya panoraması. Günlük hayat ne kadar girmişse romana, politik figürler, sermaye, yakın tarihin çözülmemiş sorunları, sağaltılmamış yaraları da o kadar ön planda.

Roman belli bir politik hat esas alınarak yazılmamış. Yazarın siyasi duruşu hikâyenin dile getirilişine doğrudan yansımamış. Ya da şöyle söyleyelim, yazarın, hikâyenin bir yerinden dokunduğu, diyelim kızıl tugaylar hakkında ne düşündüğünü bilmemiz imkânsız, uyanık bir girişimcinin yaptığı yatırımlarla bir yandan İtalya’nın en büyük sermayedarlarından birine, bir yandan da emekçi halkın kanını emen bir sülüğe dönüşmüş olmasına nasıl baktığını da. Fakat bu, romanın politik polisiye sınırlarında dolaşmasını engellemiyor. Zira roman, siyaset, sermaye, yargı, polis ve diğer tüm mekanizmaların nasıl ve ne düzeyde yozlaştığını, 80’lerin bu ölü bedenine attığı bir kesikle göstermeyi başarıyor. Nesnelliği en büyük meziyeti oluyor. Bu dakikadan sonra dedektif Zen’in terfi peşinde türlü kurnazlıklar yapan, alelade bir memur olup olmadığı tartışması önemini yitiriyor.

Michael_Dibdin_292001a

Siyaset yapmayan, siyaseti nesnel bir şekilde gösteren bir roman okuyoruz. Kaldı ki yalnızca adı bile – Fare Kral – dönemini aşan, bugüne ve buraya kolaylıkla uyarlanabilecek politik tespit addedilmeli. Bir arada yaşayan ve kuyrukları bir şekilde birbirine dolaşmış bir fare sürüsünün bu pozisyona uygun davranmasını, tek bir fare gibi hareket etmesini anlatıyor Fare Kral, bu sürünün oluşturduğu kolektif vücudun adını imliyor. Bir yanıyla başımıza her türlü çorabı ören bu illet sistemin ele avuca sığmaz, bileşenlerinin tekil vücutlarından beslenen ama bileşenlerinden ayrı, haliyle tespit edilemez ve ele geçirilemez olduğunu savlıyor; bir yanıyla da onu somutluyor, sistemi nefes alıp veren bir canlı gibi tüm uzuvlarıyla resmediyor. Sonuç olarak,herkesin ve her şeyin her an onun bir uzvuna dönüşebileceğini, sistem topyekûn imha edilmezse kendisini yeniden üretmekte zorlanmayacağını anlıyorsunuz!

Büyüdükçe çürüyen sermayenin, devlete ve halka çıkardığı maliyetin yanında kendi tabanını nasıl erittiğini göstermesi açısından da kayda değer bir roman Fare Kral. Başbakanların ve din adamlarının üzerindeki ezici nüfuzu bir yana, bütün insani ilişkileri yıkıma uğramış, kendi bedenine saygısını ölçüsüzce yitirmiş, her bir bireyi kelimenin ilk anlamıyla bir caniye dönüşmüş, insanı kendinden utandıran acınası bir güç –pençeden ibaret bir aslan! Sermaye sınıfının böylesine çıplak bırakıldığı nadir polisiyelerden, her satırına işlemiş edebiyat sevgisi, bütün cömertliği ile okurunu doyurduğu macera duygusunun yanında, bu yönü de unutulmasın.

İhalelerle yükünü tutmuş, gizli kasaları, ele geçirdikleri yargı mensupları, denetledikleri her türden şiddet mekanizmalarıyla buralardan çok uzak, işitip görmediğimiz, büsbütün yabancısı olduğumuz bir dünyayı tanımak için bile okunabilir! Neyse ki ahlak abidesi, erdem timsali siyasetçilerin ülkesi burası, politik polisiyenin bu çapta örnekleri belki de bu yüzden yazılamıyordur bizde kim bilir!

***

Büyük Türk Romanı geleneğinin yaratıcısı: Aptullah Ziya Kozanoğlu

$
0
0

“Bugünkü ve dünkü kuşakların çoğu onun romanlarını okuyarak büyüdü.”

Bu cümleyi Aptullah Ziya Kozanoğlu‘nun her kitabının (çok eski baskılarında değil) başında bulunan tanıtım sayfasından aynen aldım. Öyle görünse de pek o kadar mübalağlı bir iddia değil bu. Babalarımızın zamanında yediden yetmişe herkes Kozanoğlu’nun Osmanlı paşalarının, padişahlarının, yiğitlerinin kahramanlıklarının anlatıldığı Büyük Türk Romanları’nı okuyordu. Ünlü Pardayan serisinin Türkiye’de çok tutmasından cesaret alan Ragıp Şevki Yeşim, Murat Sertoğlu, Turhan Tan, Feridun Fazıl Tülbentçi, Reşat Ekrem Koçu gibi bir kısım yazar dizi halinde yazdıkları tarihi romanlarla yeni bir ekol oluşturmuşlardı.

 Ege Görgün (Landlord)

Aptullah (“Abdullah” da geçer) Ziya Kozanoğlu‘nun Kızıl Tuğ adlı kitabı üç dile çevrildi, ayrıca filme alındı. Barbaroslar adlı dört bölümlük çizgi romanın senaryosu da Kozanoğlu’na aittir. Cüneyt Arkın‘ı meşhur eden Malkoçoğlu da Kozanoğlu’nun elinden çıkmadır. Üzülerek belirteyim ki, yirmiden fazla çok satan kitap yazan ve cemiyet hayatının önemli simalarından olan Kozanoğlu hakında bilgi bulmak oldukça zor. Birçok ansiklopedi kendisine yer vermemiş bile .

* 16 Ocak 1906’da doğan Kozanoğlu’nun, romanlarındaki kahramanların özelliklerinin çoğuna sahip olduğu söylenir. Hakkında kesin olarak söyleyebileceğimiz gerçek bir maceraperest olduğudur. Bastıramadığı maceraperest duyguları romanlarında açığa çıkmış ve kahramanlarını maceradan maceraya koşturmuştur.

* Kozanoğlu’nun kitaplarından ders kitaplarından öğrenemeyeceğiniz birçok tarihi bilgiyi öğrenebilirsiniz. Ders kitabını not zoruyla okumak durumundasınızdır, ama Kozanoğlu sizi alır, o günlere götürür. Siz hiç sıkılmadan sayfaları yutarken, Türk tarihini hatmetmiş, Kozanoğlu’nun satıraralannda ve dipnotlarında sezdirmeden verdiği bilgiler dimağınıza yerleşmiştir. Macera dozunu yüksek tutsa da Kozanoğlu tarihsel gerçeklerden hiç uzaklaşmaz.

* Rivayete göre Kozanoğlu kitaplarını yazmadan önce maceranın geçeceği bölgeleri bir bir dolaşırmış. Ancak kitabında yaptığı tasvirleri gerçeğiyle karşılaştırmayı denersiniz, bu söylenenin bir rivayetten ibaret olmadığını görürsünüz.Kozanoğlu’nun yaptığı işe gösterdiği saygı her türlü övgüyü hakediyor. “Bir roman yazmak için en azından yüz kitap okurum,” demiş Kozanoğlu. “Bilgisiz, yalnız hayal gücüyle yazar olunmaz.”

* Türkiye’de tarihi roman yazıyorsanız, hele bu romanlarda Osmanlılar’ın kahramanlıklarından söz ediyorsanız malum politik görüşe sahip diye damgalanırsınız. Yazdıklarının konusuna bakıldığında insanın kafasında Kozanoğlu için de böyle bir düşünce oluşması doğal. Ama romanlarını okuyunca dürüstlükten, mertlikten ödün vermeyen kahramanlarının kimi zaman alkole, kimi zaman kadına düşkün olduğunu görüyoruz. Nitekim yazarın Milliyet gazetesinde tefrika edilen “Arena Kraliçesi” adlı kitabı okurun büyük tepkisini çekmişti. Okuyucular Kozanoğlu’nu, düşük ahlaklı Teodara’yı anlatırken gençlere ahlaksız kadınlardan örnekler vermekle suçlarnışlardı. Kozanoğlu şu cevabı verdi:

“Kırk yıllık yazarlık hayatımda tuttuğum yol şudur:
1) Kitaplarımı öncelikle aranır, sıkılmadan okunur, herkesin anlayabileceği biçimde yazmak.
2) Kuru bir övünme yerine – diğer milletlerin de onurlarıyla oynamadan
– tarihteki başarı ve başarısızlıklarımızın içyüzünü açıklamak.”

* Kozanooğlu, 4. Murat’ın kadınlara pek düşkün olmadığını Dağlar Delisi adlı kitabında açık açık belirtmiştir. Üstelik Kozanoğlu’nun yaptığı ahkam kesmek değildir. Yalnızca Evliya Çelebi’den bir alıntı yapmış, bunu dipnot düşmüştür: “Padişah Hazretlerinin mizac-ı latifleri taife-i nisadan hoşlanmamakla…”

Aptullah Ziya Kozanoğlu (1906 – 1966)

İstanbul’da doğdu ve öldü. Babasının adı Aptullah Osman’dır. Fransızca bilen Kozanoğlu, Nişantaşı ittihad-i Terakki Mektebi’nde, Gazi Osman Paşa Ortaokulu’nda ve Kabataş Lisesi’de okudu. Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümü’nü ve Yüksek Mühendislik Mektebi’ni bitirdi(1929). Adana’da fenişleri müdürlüğünde çalıştı, Milli Eğitim Bakanlığı başmimarı oldu. İnşaat müteahhitliği yaptı. Beşiktaş Jimnastik Kulübü başkanı oldu (1940 – 1950). Resim de yapardı, kitaplarının kapaklarının tasarımı da kendisine aitti. Ayrıca kitap koleksiyoncusuydu. (Bu biyografi Tahsin Demiray tarafından yazılmıştır.)

Eserleri:
Kızıl Tuğ
Türk Korsanları
Kızıl Kadırga
Gültekin
Fatih Feneri
Seyit Ali Reis
Sencivanoğlu
Atlı Han
Savcı Bey
Sarı Benizli Adam
Kolsuz Kahraman
Battal Gazi
Malkoçoğlu
Dağlar Delisi
Hilal ve Haç
Kozanoğlu
Patronalılar
Arena Kraliçesi
Kubilay Han’ın Gelini
Tavşanbaşı
Tokat
Karakoldaki Ayna

Sağduyu hep geç kalır (Raymond Chandler / Playback)

$
0
0

raymond chandler

Umberto Eco, Genç Bir Romancının İtirafları’nda Anna Karenina’nın hazin kaderine ağlayan okurların durumunun olsa olsa psikologları ilgilendirebileceğinden dem vurur. Bunu tabii, okuru hafif bir deyişle “sorunlu” gördüğünden söylemez. Tıpkı optik yanılsamalar olduğu gibi duygusal yanılsamaların da var olabileceği varsayımıyla söyler bunu: okurun kültürel alışkanlıkları, metnin biçimsel, hikâyenin duygusal baskısı buna pekâlâ yol açabilir! Soru, yalnızca açık ve şiddetli bir reaksiyon üzerinden, “ağlamak” üzerinden sorulduğunda söylenecek pek bir şey yok gerçekten de.

suat-duman Suat Duman

Fakat sanat eseri dediğimiz, hayatımızı birçok yönden etkileyebilir, birçok duygusal ve fiziksel reaksiyonu tetikleyebilir. Dahası yalnızca tekil okurun değil kalabalıkların eylemini bile doğurabilir. Bir karaktere ağlamak kadar söz gelimi gülebiliriz de! Karakterden ziyade, durumu komik ya da hüzünlü buluruz. Karakterin kaderini değil de daha çok onun kederini paylaşırız –ya da neşesini. Gerçekliği de bu şekilde kendimiz kurmuyor muyuz? Bundan da ibaret değil, söz gelimi Raskolnikov’a ağlayacak, ona acıyacak değiliz. Yine de Dostoyevski’nin bu çılgın karakteri çoğu okurda toplumun kirlerine karşı tiksintiyi kışkırtmış olmalı, genç okurlarda içe doğru lanetli bir kaçma arzusunu da tabii. Neden? Bizi, tamamen kurmaca olduğunu bildiğimiz bir roman neden bu kadar etkiler? Aslında hiçbir eserin tamamen kurmaca sayılamayacağı öne sürülebilir mi?

imagesRaymond Chandler’in kara polisiyenin ve hırpani dedektiflerin temellerini attığı Marlowe romanları muammanın, şüphenin ve harikulade zekâ oyunlarının fink attığı polisiyelere benzemez. Eğer bir Marlowe macerası okuyorsanız bir Marlowe okuyorsunuz demektir. Öncelikli beklentiniz karakter olmalıdır. Chandler bu konuda cömerttir neyse ki, kendini beğenmiş dedektiflere inat gururlu, bükülmez ama kendi halinde bir merak elçisi gibi her şeyiyle okuruna gösterir Marlowe’u.

Everest Yayınları “polisiye cepte” serisinden benzersiz romanlar yayınladı, Playback de bu serinin son çıkanlarından. Daha önce yine Raymond Chandler’ın müthiş Büyük Uyku’su yayınlanmıştı. Okurun, ama yalnızca polisiye okurunun değil, kesinlikle ıskalamaması gereken bir romandı Büyük Uyku. Philip Marlowe’u tanımak için harika bir fırsat.

Playback, aslına bakılırsa bir cümlede özetlenebilecek bir hikâye anlatıyor: Bir genç kız, peşine düşen gizemli yabancılardan kaçmaktadır. Bundan ötesi yine atmosfer, yine loş sokaklar, patlayan tabancalar ve elbette bütün olup bitenle inceden eğlenen Marlowe’dur.

Polisiye romanlara yüklenen misyon kaçma arzusunu tatmin etmeleridir ya, Playback okura kaçacak yer bırakmıyor. Okura Amerika’nın tam ortasından sermayenin vahşi bir portresini çıkarıyor. Çok sevdiğim Agatha Christie’nin hep yaptığı gibi, okuru burjuvalarla dolu bir odaya doldurup, oyunlar oynatmıyor. Bir tarafa aç gözlü, hoyrat sermaye sahiplerini ve onların işlerine gözü kapalı koşturan hukuki temsilcilerini koyuyor, beri tarafa sinmiş, çareyi kaçmakta bulmuş masum insanları. Marlowe alaycı gülüşü, gıcık esprileri ve attığını vuran silahıyla güçsüzlerin yanındadır hiç şüphesiz.

raymond chandler

Marlowe’da güçsüzün yanında olma hali yalnızca sosyal ve ekonomik yönleriyle anlaşılmamalıdır. Hatta sıklıkla duygusal yıkım yaşayan kadınların yanında görürüz onu. Kadınlarla kurduğu ilişki maço sayılsa da düşmanın cinsiyetine bakmaz Marlowe, kadın dostlarını ise özellikle gözetir.

Chandler romanlarındaki melankolik kadınlar ayrı bir incelemenin konusudur belki ama yeri gelmişken söyleyelim, Marlowe dünyasındaki kadınlar kendilerini bu dünyaya bağlayan şeylerden ölesiye nefret ederler. Dünya nimetlerinin kendilerini köleleştirdiğinin farkındadırlar ama onlarsız da yapamazlar. Boğucu bir kasabaya bu yüzden tahammül edebilirler, onları o kasabaya bağlayan tek taş bir elmas yüzükten, mehtaptan ettikleri kadar nefret ederler. Öyle nefret ederler işte, Marlowe’un dünyasında kadınlar dur durak bilmez bir selin tam ortasında gibidirler. Canlarından olmak pahasına suyun tadını çıkarmak isterler.

Büyük UykuMarlowe’u bir işe itekleyen ilk etken para olsa da devam etmesini sağlayan çoğunlukla bastırılamaz bir merak ve sarsılan adalet duygusunun ne pahasına olursa olsun yerine getirilmesi ihtiyacıdır. Ortalama bir dedektifin geri duracağı durumlarda Marlowe öne atılır. Nihayet eline tek kuruş geçmeyecekse bile doğru bildiğinden şaşmaz. Playback’in finalinde olduğu gibi, adına çalıştığı müşterisinin tehdit salvoları, gereğini yapmış olmanın verdiği doygunlukla ona müzik sesi gibi gelir. Bu bakımdan mantığın sesi olduğu söylenemez. Zaten bunu kendisi de itiraf eder:

Sağduyu der ki, boş ver, evine git, para yok bu işte. Sağduyu hep geç kalır. Sağduyu, sana bu hafta arabanı çarpmadan önce geçen hafta fren balatalarını değiştirseydin, diyen heriftir. Sağduyu, maç bittikten sonra, takıma alınsaydım galibiyet golünü atardım, diyendir. Ama takımda değildir hiç. Tribünlerin en tepesinde, cep şişesiyle durur. Sağduyu, gri takım elbiseli, ufak tefek, hesaplarında hiç yanılmayan adamcağızdır. Ama hesapladığı hep başkalarının parasıdır.”

Sağduyudan iz yoktur Marlowe’da. Onu bu yüzden severim. Bir devle karşılaşsa bir deve bakar gibi bakmaz ona. Bu yüzden severim. Hiç kimseyi küçümsemez fakat belirleyici özelliği kimseyi büyük görmemesidir. Anna Karenina için ağlayanları anlıyorum, fakat siz de ciğeri beş para etmez bir haydudun, ensesine indirdiği yumrukla yere yığılan Marlowe’a kaygılananları anlayın!

***

Kötü Çocukları Pataklayan Kötü Kızılderili: Scalped

$
0
0

cr-ana

Türkiye’de yayımlanmasını pek beklemeyeceğiniz bir çizgi roman serisi Scalped. Hal böyleyken bir an önce alıp okumakta yarar var.

sisko-ninja Ege Görgün (Landlord)

Kitabın adı Scalped, Kızılderililer ile özdeşleştirilmiş en en dehşet verici eylemden geliyor: “kafa derisini yüzmek”. Ancak tarihi bilenler Beyaz Amerika’nın topraklarını istila ettikleri bu halka çok daha dehşet verici şeyler yaptıklarını bilirler. Bir zamanlar özgürce dolaşan bu halkın fertleri nihayetinde ya tamamem asimile olmuşlar ya da kendilerine bahşedilen verimsiz, sapa, sevimsiz rezerv bölgelerinde yaşamak zorunda bırakılmışlardır.

scalped4

Scalped da böyle bir yerde başlıyor, Güney Dakota’daki bir Kızılderili Yerleşkesi’nde. Yerleşke’nin siyasi, finansal ve kaba kuvvetsel idaresi tamamen Red Crow adlı suç patronundadır. Yakında açacağı kumarhane de iktidarını iyice pekiştirecektir. Ancak yıllar sonra yuvasına dönmüş püsküllü bir bela yerleşkede kol gezmektedir. Red Crow, Dashiell Bad Horse adlı bu belayı bertaraf etmektense kendi tarafına çekmeyi tercih eder ve onu şerif departmanına yerleştirir. Kimsenin bilmediğiyse bad Horse’un aslında Red Crow’u alaşağı etmek için kanıt toplayan bir federal ajan olduğudur. Bad Horse’unki oldukça zorlu bir görevdir, ama o da zaten son derece zorlu bir adamdır. Ancak bir yandan bıçak sırtında hayatta kalmaya çalışırken, diğer yandan kendini bir anda geçmişten gelen aile ve gönül meseleleri içinde bulmak ona bile fazla gelecektir.

scalped51

Vertigo’dan çıkan pek çok seri gibi sertlik derecesi üst düzeyde bir çizgi roman Scalped. Şiddet, cinsellik, suç kanallarından bentlerini yıka yıka akıyor hikaye. Yabancı dizi merakı olanlara çok tanıdık gelebilecek bir yönü var Scalped’ın. Bariz bir şekilde Banshee dizisini anımsatıyor bize. Yalnızca tarzıyla değil, hikayesi ve karakterleriyle de.

banshee

Çizgi romanın önsözünde Brian K. Vaughan’ın yazdıklarından söz etmek gerekir. Pek çok başarılı çizgi romanın yanı sıra, Lost dizisinin yazarlarından olan Vaughan “büyük bir sırrı olan sert bir polisin öyküsü” diye özetliyor çizgi romanı. Ve Amerikan çizgi roman piyasasında yazar olarak sözü geçenlerin Alan Moore, Neil Gaiman, Grant Morrison, Peter Milligan, Mark Millar, Warren Ellis, Garth Ennis gibi ecnebi yazarlar olduğunu hatırlatarak, Scalped’ın yazarı Jason Aaron’a gırgırına yalakalık yapıyor. “Aaron Amerikalı büyük bir yazar değil, Amerikalı olduğu için büyük bir yazar.” Ancak aslında altını çizdiği Vaughan’ın Aaron’un yüzde yüz Amerikalı bir hikayey imza attığı. Ki bunda da son derece haklı. Amerika’nın arkabahçeye gömdüklerini eşeleyip çıkarıyor Scalped’ta Aaron. R.M. Guera da çizimleriyle onun başarısına eşlik ediyor.

Ercan y Yılmaz: “Her öykünün niye’si ayrıdır.”

$
0
0

Ercan y Yılmaz 1 (Foto, Gamze Yılmaz)

Öykücü, şair, kısa filmci… Aynı zamanda bir öğretmen. Ercan y Yılmaz’dan söz ediyoruz. Son kitabı On Üç Sıfır Sıfır adlı öykü kitabıyla Necati Cumalı Edebiyat Ödülü’ne değer görülen Yılmaz, böylelikle ödüllerine bir yenisini daha eklemiş oldu. Yılmaz’a ulaştık ve ismindeki gizemli “y”den başlayarak merak ettiğimiz ne varsa hepsini bir çırpıda sorduk…

Ercan Dalkılıç Ercan Dalkılıç 

Öncelikle ismin ve soyismin arasındaki y harfini sormak istiyorum? Ne anlama geliyor bu harf? Bir şeyi mi simgeliyor ya da Cemal Süreya’dan mı miras mesela?

Cemal Süreya, Elma adlı şiirini “Adımın bir harfini atıyorum” dizesiyle bitirir. Bu dizenin yönü Cemal Süreya’nın girdiği iddiaya çekilse de bana göre, dizeyle sözü edilen y harfi değildir. Gerçekte y harfidir ama şiirde c’dir. C harfini atarak Elma şiirini tamamlamıştır. Böylelikle, Elma’yı oluşturan harfler yalnız kalmıştır isminde. Bunu, Elma Şiiri Tahlili başlıklı yazımda da anlattım. Tabii bu şiirin gerçeğidir, gelelim hayatın gerçeğine. İtiraf ediyorum: Şairin gerçekte attığı harf bende değil, sevgili dost Süreyyya Evren’dedir. Ona yakışmıştır. Bendeki ‘y’ ise basit bir kopyalama. Soyadımın ilk harfi. Bir karışıklığı önlemek için soyadımdan kopyaladım. Çünkü aynı ad ve soyadıyla yazanlar da sinemacılar da var. Onların okur ve izler kesimini yanılgılardan kurtarmak için bir değişikliğe ihtiyaç duydum. Adımı değiştirmek istemedim. Araya isim eklemek de istemedim. Soyadımı değiştirmeyi hiç düşünmedim. En sonunda soyadımın ilk harfini tekrarlamakta karar kıldım. Kısaltma olmadığı için noktasız ve küçük.

ercan yılmazÖykü ile şiir aynı kaynaktan beslenseler, bir ağacın iki dalları olsalar da neredeyse apayrı formlar… Kendinizi hangisinde en iyi ifade ediyorsunuz?

Bazen anlatmak istediklerim çokmuş gibi geliyor bana. Ama düşününce hep aynı şeyleri anlatıp duruyorum. Bunu bilinçli yaptığımı da söyleyemem. Sonradan farkına vardım. Çiğ bir tekrardan söz etmiyorum. Temel izlekler ya da içinden yaşama baktığım çatlaklardır bunlar. Hep bunların etrafında dolanıyorum. Tam içine girmiyorum, kenarlarına bile değmeden, fark etmeden ve de fark ettirmeden o çatlakları. Başka başka sanatlarla baktım o çatlaklardan. Sadece birinde ısrar etmedim. Hem neden edeyim ki! Şiir kitabımdan sonra şiir yazmadım. 28 şiirim var, hepsi de Yürüyen Siyah’ta. Öykü kitabım, On Üç Sıfır Sıfır’dan sonra da öykü yazmadım. İki de kısa filmim var. Şimdi bu toplamı düşününce kendimi neyle iyi ifade edebildiğime karar veremiyorum. Şiiri seviyorum, öyküden hoşlanıyorum, romanla yaşıyorum, sinemaya karşı boş değilim ama görsel kültüre de göz kırpıyorum. Sonuçta hepsi aynı yerden çıkıp aynı yere gidiyor. Belki de okur bu soruyu net yanıtlayabilir. Okurun hakkıdır bu.

 Bir insan niye yazar? Siz ne zaman ve ne nerede başladınız yazmaya?

Her öykünün niye’si ayrıdır. Her insanın yazma nedeni ayrıdır. Bir insan olarak ben unutmamak için yazıyorum. Unutkan biriyim. Özellikle kendimi hatırlamak için. Misal, On Üç Sıfır Sıfır’daki Buzdolabı hikâyesini okuyup yaşamındaki tek esrarı çözen çocuk hâlimi hatırlayınca amacıma ulaştığımı düşünüyorum ve tabii hatırasıyla bile üşüyorum. Hatırlamak için yazıyorum ama hatırlanmak da var işin ucunda. Toprak olmak zor geliyor, kâğıt olmak iyi. 13 yaşımda yerel bir dergide ilk şiirim, akabinde ilk öyküm yayımladı. İlk mektubum yerel bir radyo kanalında okunduğunda yine 13 yaşındaydım. Mektupta sosyalist, öyküde oryantalist, şiirde aşırı ağlak liriktim. Öğretmenlerime yazar olacağım, derdim. Ortaokul bitti. Lisede de bu ısrarı sürdürdüm, yazar olacağım, deyip susuyordum. Sustukça daha güzel kitaplar okuyordum. Sayısal sınıfa aldılar, dilekçe verdim: Yazar olacağım, bu sınıfta duramam; Kimya, Fizik, Geometri başımı döndürüyordu. Türkçe-Matematik sınıfına aldılar. Edebiyat ağırlıklı. Hocalarım şiirlerimi, hikâyelerimi alıp okudular. Böyle oldu işte.

Ercan y Yılmaz 2 (Foto, Gamze Yılmaz)

Her ismin etkilendiği isimler vardır mutlaka. Siz kimlerden etkilendiniz, sizi yazmaya hangi yazar teşvik etti bu manada? Şu kitabı ben yazsaydım dediğiniz oldu mu hiç…

Yaz günlerinde uğrak yerim olan İl Halk Kütüphanesi, Yaşar Kemal Caddesi üzerindeydi. Büyük yazarı, cadde ismi olarak tanıdım, öncesinde pek bilmiyordum. Kitaplarını rafta görünce alıp okudum. İlk okuduğum kitabı Yer Demir Gök Bakır’dı. Bu bir. Sonra. Ahmed Arif’in şiir kitabını Kelepir Kitabevi’nden çalmıştım. Fiyatını sordum, param yetmedi. Yoğurt satmaya inmiştim çarşıya. Boş bakraca koydum Ahmed Arif’i. Çıkarken Yılmaz Güney’in Sürü filminin senaryosunu gördüm. Onu da bakraca indirdim. Bu üç kitap beni yazmaya sevk eden ilk kitaplarımdır. Hayatın belli dönemlerinde etkilendiğim isimler değişti. Ama başucumda tuttuğum yazarlar değişmedi ve en çok onlardan etkilendim: Turgut Uyar, Ece Ayhan, Vüs’at O. Bener, Necati Tosuner, Sait Faik, Bernhard, Borges, Pessoa, Zweig, Böll gibi.

Sorunuzun son kısmına gelince, rahatlıkla söyleyebilirim: Keşke ben yazsaydım dediğim tek kitap yok. Zaten çok sevdiğim kitapları sahiplenirim. İlla benim yazmış olmam gerekmiyor. Bu şekilde sahiplendiğim çok kitap var. Birkaçını paylaşabilirim: Don Quijote, Binbir Gece Masalları, Huzursuzluğun Kitabı, Fransız Teğmenin Kadını, Kasırganın Gözü, Tehlikeli Oyunlar, Trenin Tam Saatiydi… bunlar böyle çoğalır.

Yürüyen SiyahYazarlıktan kazandığınız ödüllerin yanında bir de 2011’de ‘Vitrin’ adlı kısa filminizle İstanbul Kısa Filmciler Derneği’nden aldığınız En İyi Film Ödülü’nüz var. Sinemaya nasıl başladınız? Öyküleriniz gibi filmleriniz de sosyo-politik bir temel üzerinde mi yükseliyor?

Sosyo-politik temel mevzusunda bilinçli bir tutumum yok ama fikrine güvendiğim arkadaşlar, öykü ve kısa filmlerimin o temelde yükseldiğini söylüyor. Sinemayla ilişkim ise yukarıda anlattığım şekilde sahip olduğum Sürü senaryosu kitabıyla başladı. Hâlâ filmini izlemedim. İzlemeyi de düşünmüyorum. O, bende ayrı bir büyü, defalarca senaryosunu okudum. Köy okulunda öğretmenken ilk senaryomu yazdım. Kendim çekmek istedim. Sanat yönetmenliği, görüntü yönetmenliği, senaryo, fotoğraf atölyelerine katıldım uzun süre. Alanlarında çok iyi isimlerden ders aldım. Bu eğitimlerden sonra senaryo son hâlini aldı. Çok değişti. Film için bütçe gerekiyordu. Gila Kohen Öykü Ödülünü aldım o sıralar. Ödül parasıyla ilk kısa filmim olan Vitrin’i çektim. Öğrencilerim oynadı. Hepsi de çok iyi oynadı. Kültür Bakanlığı’ndan destek de aldık. Bu desteğin bir kısmıyla Hizbullah dönemini anlatan ikinci kısa filmim olan Uğultu’yu çektim. Arkadaşlar beni bu filmden vazgeçirmeye çalıştı. Ailem de. Hizbullah ciddi bir korku bırakmıştı bölgede. Tesiri hâlâ devam ediyor. İki kişiyi öldürdüler gözlerimin önünde. Onların gözlerini gördüm, gözlerden başladılar ölmeye. 13 yaşındaydım. Batman’ın en işlek yerinde öldürdüler hem de. Kaçmadılar bile. Tanımadığım o iki kişi için çektim Uğultu’yu. Bu iki film de sinema tekniği açısından kusurludur. Olsun benim kusurlarım bana okul oldu.

Peki, son olarak üzerinde çalıştığınız bir proje/metin var mı? Roman denemesi yapmak istiyor musunuz günün birinde?

2007’de yazmaya başladığım romanı yaklaşık bir ay önce bitirdim. Son şeklini aldı. Uzun sürdü ama romanın kendisi uzun değil. Tabii bu süre zarfında başka işler yaptım çoğunlukla. Sadece romanla uğraşmadım. O henüz bitmeden sonraki bir romanın notlarını almıştım. Şimdi onu yazıyorum. Sonra, çekmecemde uzun metraj film senaryom var. Onu çekmek istiyorum. O da bütçesini bekliyor. Görsel kültür çalışmalarım da var yani plastik sanatlar. Arkadaşlarla sürdüğümüz Askıda Öykü var. Anlayacağınız çok proje var, mutlaka bir şeyler yarım kalacak. Kesinlikle ömür yetmeyecek hepsine. Ama devam işte… Teşekkürler, sevgi ile.

***

Savaşa Nihayet, Aşka Hürriyet! (İçimizdeki Şeytan / Raymond Radiquet)

$
0
0

Radiguet

Göçmüş gitmiş bir yazarla mektuplaşmak fırsatım olsa, onu isterdim, Raymond Radiquet’yi. Ortalamanın o denli dışında ki, çoğunun yazma denemeleri yapıp, kendi karalamalarından utandığı yaşlarda başyapıt üretmenin derdinde ve yine çoğunun kendinden umudu kestiği o suratsız yaşta ölürken, iki başyapıt vermiş bile, siyahın bütün tonlarını boyayarak.

suat-duman Suat Duman

Siyaha boyamak demişken, bir tanıma indirgemek olanaksız biliyorum, hem buna niçin gerek duyalım? Edebiyat her yapıtla ucu açık bir önermeye kavuşur aslında, yeni bir tartışmanın sancılarını tetikler. Kendi adıma, edebiyatı, ağırlamak istemeyeceğiniz konuk gibi görürüm. Çocuklardan uzak tutacağınız, arkadaşlık etmeyeceğiniz bir münasebetsiz gibi. Bu tabii onun, bizim tatsız uzlaşılarla buz kesmiş, düşük ritimli, yeniliğe düşman, tutucu dünyamızı sarsmaya; kire, pasa, küfe kesmiş köhne hanemizi yıkıp, kül etmeye gelmiş olmasından kaynaklanıyor. Bugünün ve buranın yargılarına göre, tek kelimeyle tanımlayınız deseler, edebiyat için seçeceğim kelime, “terbiyesiz” olurdu!

Çünkü biliyorum, yeni toplumun pelerinine bürünmüş her eser, içinde doğduğu toplumun surlarına vurur ister istemez. Sadece burada değil hem, yazar makbul olmaktan uzaktır. Çoğu kez duruşma salonlarında ağırlanır bu yüzden, nezarethanelerde açılır yatakları. İçimizdeki Şeytan da bu tür, evlerden ırak bir roman işte!

radiguet1

Raymond Radiquet yirmi yaşında veda ederken, söylediğimiz gibi iki başyapıt bırakmış geriye: Orgel Kontunun Balosu ile İçimizdeki Şeytan. İki roman da Türkçeye daha önce çevrilmiş ve basımı yapılmıştı. Fakat uzun süredir yeni baskısı bulunamıyordu ve adını duyan, namını bilenler için kitap rafları kimsesizdi bir bakıma.

Roman, emperyalist blokların yirminci yüzyıldaki ilk büyük çatışmasını, “birinci dünya savaşını” fona alıyor. Büyük yığınlar birörnek giyinip cepheye koştuğunda geride oluşan büyük boşluk, dönemin tanığı yazarlar için sorgulanmadan geçilemeyecek değerde şüphesiz. Raymond Radiquet de muharebe meydanlarına değil, alt üst oluşun daha somut gözlenebildiği cephe gerisine, ölen ve öldürenlerin gündeminden az da olsa uzaktaki insanların arasına giriyor İçimizdeki Şeytan’da.

Yirminci yüzyıl, on dördüncü yaşına, kıtalararası öldürümlerle, kan ve barut kokteyliyle girmiş, kutlamalar dört yıl boyunca bitmek bilmemişti. İşte aynı günlerde, İçimizdeki Şeytan’ın kahramanı da on ikinci yaşına giriyor. Karakterin bedenen ve ruhen sarsılıp dönüştüğü zaman aralığı, savaşın başlayıp bittiği süreye odaklanmış oluyor böylece. Dört yıl içerisinde, sermaye ve pazar peşindeki cani bloklar birbirini yiyor, mazlum ve masum halkları savaş alanlarında telef ediyordu da, o çatışmaları gazetelerden, belki radyodan öğrenen, en şanslısı (!) sınıra yaklaşan düşmanın top atışlarından takip eden siviller ne yapıyordu? Soru kabaca bu!

 Yıkıcı bir aşk!

5888Aşkın ele geçirdiği iki genç insanın aşka dair duyumlarını, onlarla aynı yaşta, onlarla aynı anda keşfeden yazarın derin kavrayışını görmek için bir paragraf alacağım buraya romandan, –savaş, çözülen medeniyet ve diğer dünya halleri ne kadar kaygılandırsa da Radiquet’yi, duyguların, insan gerçeğini çözümlemekte hâlâ birincil önemde olduğuna da işaret ediyor: “Ölümü sükûnetle düşünmek, sadece onu yalnız düşünüyorsak önemlidir. İki kişilik ölüm, ölüm değildir, inançsızlar için bile. Asıl kederli olan hayata değil, ona anlam veren şeye veda etmektir. Bir aşk, artık hayatımıza dönüşmüşken, birlikte yaşamakla birlikte ölmek arasında ne fark var ki?”

Geleceği inşa etmek, hayal kurmakla başlar!

Evlenir evlenmez cepheye giden kocasının ardından yalnız kalan Marthe, âşık olmadan evlendiğini ve âşık olduğu kişinin de neredeyse bir çocuk olduğunu fark ediyor:  Milyonlarla beraber, bütün bir kültürü, sanatı, felsefeyi de ateşe atan Avrupa’nın, küllerinden doğan, doğacak olan yeni yüzü o, güzel, asi ve doğurgan! Âşık olduğu çocuk da, şimdi topla tüfekle berbat edilip, gözyaşı ve kanla terbiye edilen yeryüzü gibi yasakçı, baskıcı, ikiyüzlü bu sistemle kanlı bıçaklıdır. Virane sistemin kıydığı nikâhı tanımamakta, riyakâr toplumun ahlakını çiğnemekte tereddüt etmemektedir. Cephede silahlar konuşurken, cephe gerisinde, kasaba ve şehirlerde başka ve kadim bir baskıyla, yerleşik ahlâkla mücadele edilmektedir. Ölümü göze alarak, ölerek, ısrarla peşine düştükleri doğru, ahlâkın her devirde derin soysuzlukların aklayıcısı olduğu, hür insanların dünyasında ayak bağından öte bir anlam taşımadığıdır.

Raymon RadiquetÖlmek için türlü bahaneler uydurup, sonra da bu bahaneleri öldürmek için kullanan insanoğluna, zalim ve baskıcı iktidar sahiplerine “elveda” diyor genç âşıklar, “bombalarınızı, kurallarınızı,  aşksız, sevgisiz toplumunuzu alıp, kaybolun buralardan ve bizi rahat bırakın.”

Yazmak için çıldıran dahi romantik, ah Raymond Radiquet, yirmi yaşında ölürken yirminci yüzyılın manasını müthiş bir yetkinlikle gördün de, on yıl sonra gelecek ikinci büyük kapışmayı sen bile tahmin edemedin: Buradan kötü haberler vermek istemezdim ama insanlık bildiğin gibi sevgili Raymond, ahlâk kumkumalarının iki eli halen iki yakamızda ve yaşatmak için ayrılan bütçe, öldürmek için ayrılanın küsuratı kadar neredeyse. Yeni toplum hayalimiz, gelecek yüzyıla kaldı anlayacağın. Hayal kurmaktan yorulacak, çabalamaktan geri duracak değiliz. Hem senin de dediğin gibi, “Genç bir erkek, acıya boyun eğmeyen bir hayvandır.”

 ***

Bir Devrim Kunter Kahramanı: Seyfettin Efendi

$
0
0

seyfettin efendi-devrim kunter (4)

Çalışmalarını Gölge e-dergi, Harakiri, Hipnoz, Heavy Metal Türkiye, Roman Kahramanları gibi mecralarda takip ettiğimiz başarılı çizgi roman sanatçısı Devrim Kunter, Seyfettin Efendi ve Olağanüstü Maceraları dizisini sürdürmeye devam ediyor. 2011 Mart ayında blog üzerinden yayınlanan “Bir İntihar Vak’ası”nın yanı sıra, Roman Kahramanları‘nın 7. ve 8. sayısında karşımıza çıkan eser, Gölge e-dergide yayınlanan yeni maceraların sonrasında (2011 ve 2012) kitap formatında da okuyucuyla buluştu.

 tuncer-çetinkaya Tuncer Çetinkaya

Kültürel çölleşmenin elle tutulur / gözle görünür bir hale geldiği 21. yüzyılın ilk çeyreğinde, çizgi roman kültürümüz hala Fumetti ve Comics eğilimlerinin peşinde sürükleniyor; sayıları çok da fazla olmayan 9. Sanat tutkunları, yerli üretim çizgi roman projelerini merakla bekliyorlar. Bu koşullar dahilinde bağımsız bir çizgi roman denemesi olması nedeniyle de saygıyı hakeden Seyfettin Efendi, dizinin ilk kitabının önsözünde imzası bulunan üstat Giovanni Scognamillo‘nun da vurguladığı gibi, sevindirici bir proje.

seyfettin efendi-devrim kunter (2)Kunter’in dedektiflik hikayesi olarak kurguladığı; ancak süreç içinde son derece yerinde bir karar ile 1920’lerin atmosferini fon almasını uygun gördüğü Seyfettin Efendi, bizleri işgalden henüz kurtulmuş İstanbul’a götürüyor. Holmes ve Poirot gibi evrensel öncüllerinin izini sürercesine rakı tutkunu olan kahramanımız, biraz da “bizden” aldığı esinle, İngiliz Kemal‘in coğrafyasında, hayret verici serüvenlere kulaç atıyor.

Bağımsızlık savaşımıza verdiği desteğin ardından, devlet büyüklerince esrarengiz olayları çözmesi amacıyla kurulan İfşa-yı Sırr Teşkilatı’nın lideri konumunda bulunan Seyfettin Efendi, yeni ekibiyle birlikte olayların içine dalıyor. Özellikleri birbirinden farklı olan ekibin diğer üyeleri arasında, fiziki müdahale gücüne güç katan, Osmanlı tokadıyla meşhur Pehlivan İsmail; bilimsel icatlarıyla erkekler dünyasında şaşkınlık ve hayranlık uyandıran güzel mühendis Münevver; soğukkanlı biçimde yaklaştığı olayların çözülmesine katkıda bulunan doktor Aziz ve memleketi her türlü tehlikeden korumaya kararlı casus Esat da bulunuyor. Böylelikle Marvelvarî bir takım oyununun içinde yer alan ve farklı yetenekleriyle öne çıkan İfşa-yı Sırr ekibinin üyeleri, kenti çevreleyen uğursuzların, kanı bozukların ve dehşet saçanların ortasına dalarak fantastik serüvenlere imza atıyorlar.

seyfettin efendi-devrim kunter (7)

Tarihsel dönemin Cumhuriyet’in ilk yılları olması, Seyfettin Efendi ve arkadaşlarının yaşadığı maceraları daha da ilgi çekici hale getiriyor; zira çizgi romanda yeni dönemin ruhunu temsil eden kahramanımız aracılığıyla Osmanlı-Cumhuriyet ayrımına da işaret ediliyor. Düşmanların savunduğu düşüncelerin tam tersi bir cephede, aklı ve hakikate işaret eden Seyfettin’in eğilimlerinin dönemin sosyolojik arka planını ortaya koyması, eseri sağlam temellere dayanan edebi bir çalışma olarak nitelendirmemizi de kaçınılmaz kılıyor. Benzer şeyler, ekip üyelerinden Münevver için de geçerli; zira öykünün kadın kahramanı da değişen bir ülke fonunda, hayatın merkezine doğru ilerleyen kadınları temsil ediyor.

seyfettin efendi-devrim kunter (6)

Bu bağlamda, “Yeditepe Canavarı“nın girişinde, esrarengiz bir olayı, tam da modern insana ait bir yöntem ile, “kuşkuyla” çözen Seyfettin Efendi’nin öykülerin geneline yayılan davranış biçiminin, onu benzer örneklerden, hatta Martin Mystere‘den bile daha ilerici bir konuma taşıdığını belirtebiliriz.

Türün polisiye ve fantastik eğilimlerini çok iyi harmanlayan çizgi roman, işin içine -bizce önemli bir yeniliğe işaret eden- bilim kurguyu da katarak referanslarını bir adım ileriye götürüyor. Kunter, bir söyleşisinde bu durumu, İtalya ve Amerika’daki örneklerden farklı bir kulvara taşıma arzusundan şeklinde açıklıyor.

seyfettin efendi-devrim kunter (5)

Seyfettin Efendi’nin Olağanüstü Maceraları; çizgi romanlarda ekolleri ve karakter yaratma süreçlerini masaya yatıran ve incelemelerinde olgunun biçimsel / estetik unsurlarına titizlikle eğilen Devrim Kunter‘in kuramsal hakimiyetini pratikle buluşturması bakımından da önemli bir çalışma. Burada dikkat çekilmesi gereken bir başka husus da, seri üretim, renkli çizgi romanlarda karşımıza çıkan renk kullanımına ilişkin. Teknolojinin gelişimiyle birlikte eli boyaya uzanmayan ve herşeyi tablet veya bilgisayar ekranında “çözümleyen” anlayışa pek de prim vermeyen sanatçı, özellikle bölüm aralarına serpiştirdiği kapak çalışmalarıyla yeteneğini sergiliyor; figür ve mekan ilişkisini özgün renk yorumlarıyla bir araya getirmeyi başararak ABD’deki comics geleneğinden ziyade Avrupa’nın sanatsal sürecine daha yakın bir yerde konumlanıyor.

seyfettin efendi-devrim kunter (1)

seyfettin efendi-devrim kunter (3)Söz çizgi romanların mekan ile ilişkisinden açılmışken, Gio’nun da altını çizdiği bir durumu yinelemek gerekiyor. İfşa-yı Sırr ekibinin atıldıkları maceralarda “İstanbul’un tarihi, mimarisi, gizemleri ve kültürel geçmişi ile sadece fon olarak değil, nitelikleri üzerine bir kez daha düşünmemiz gerektiğini hatırladığımız bir kent” olarak yer alması, Kunter’in çalışmasının önemine işaret ediyor.

Bağımsız kitap projelerinin -hele bir de söz konusu olan çizgi roman olunca- çok zor olduğu bir ortamda, satışların tahmininden daha iyi gittiğini belirten Kunter’in, Seyfettin Efendi’yi Batı’ya taşıma arzusunu (sanatçının, Vincent Price Presents serisinden Matthew McLean’in yazdığı “Dunkirk Horror” isimli bir albümü de bulunuyor) gerçekleştirmesini yürekten diliyoruz.

NOTLAR

  1. Kunter’in çizgi roman incelemeleri için: kahramangiller.com/cizgi-roman/adim-adim-cizgi-roman-1-ekoller/
  2. Sanatçıyla yapılan bir söyleşiye bu adresten ulaşabilirsiniz: http://murattufekciler.blogspot.com.tr/2013/10/devrim-kunter-roportajm.html

Cehennemin Mimarı: Clive Barker

$
0
0

clive barkerKitapsever Ninja

Stephen King‘in bile hayranı olduğu korku romanlarının yazarı Clive Barker‘ı meşhur eden “Kan Kitapları” Türkiye’de iki ayrı yayınevinden iki kez çıktı. Ama satış rakamları hiçbir zaman herhangi bir Stephen King kitabıyla yarışacak düzeyde olmadı. Ne yazık ki…

Clive Barker, gotik edebiyatın Edgar Allen Poe ve Lovecraft‘tan sonraki en büyük temsilcisi sayılıyor. Biz onun adını ilk kez yazdığı ya da yönettiği filmler sayesinde telaffuz etmeye başladık. Candyman, Lord of Illusions ve Kabal‘dan uyarladığı Nightbreed tür sineması takipçilerinin iyi bildiği örneklerdi. Ama korku sinemasının başyapıtlarından biri haline gelen, literatüre İğnekafa (Pinhead) adlı unutulmaz karakteri katan ve her anlamda sınırları zorlayan Hellraiser, izleyen üzerinde en şiddetli etkiyi yaratan film olmuştu. Yalnızca gotik korku edebiyatının babaları Edgar Allen Poe ve Lovecraft’ın eserleriyle türevlerinin yaratabileceği bir etkiydi bu. Korkunç olmanın ötesinde meşum, tekinsiz, uğursuz ve tedirgin ediciydi.

Bu ikilinin adeta günümüze yansıması olan Clive Barker için Poe’nun edebi gücünü, Lovecraft’ın hayal-gücüyle birleştiriyor dersek abartmış olmayız. Poe’ya nazaran daha az tanınan Lovecraft (çünkü eserleri edebi anlamda çok kabul görmez. O da zaten edebiyat yapmaz, doğrudan korkutur), bugün bile izleri takip edilen, günümüz korku yazarları tarafından örnek alınan, kültleşmiş bir deha. Hatta onun korkunç şeyler yazma ve yaratma konusundaki dehasına doğaüstü açıklamalar getirmeye çalışanlar bile olmuştur. Lovecraft’ın büyücülük ve karanlık ilimler sayesinde bir şekilde farklı boyutlarla bağlantıya geçtiğine inananların sayısı hiç de az değildir. İnsanları böyle düşünmeye yönelttiklerine göre Poe’ın eserlerinin ne kadar etkili olduğunu varın siz düşünün artık.

Clive Barker, Liverpool doğumlu bir İngiliz. Sosyal yardımla geçindiği sekiz yıl boyunca tiyatroyla uğraştıktan sonra, paraya ve şöhrete üç kitaplık Kan Kitapları’nı yazarak kavuşmuş. O, yazdıklarını gözünde büyütmüyor; aksine “Bunlar dokuz yaşındaki bir çocuğun arkadaşlarını etkilemek için anlattığı türden hikâyelerdi” diyor. Kan Kitapları’nın ilk cildi Oğlak Yayınevi’nden önce  Altın Kitaplar tarafından 1996 yılında sessiz sedasız yayımlanmış ve ne yazık ki o sessizlikte kaybolup gitmişti. Neyse ki Oğlak Yayınevi 2000 yılında yayın haklarını satın aldığı Clive Barker kitaplarını ardarda yayımlamaya başladı da, Türk okuru Clive Barker’la tanışabildi. Üstelik gotik edebiyat aşığı ve uzmanı Dost Körpe’nin çevirileriyle. Bu arada Barker’ın, Günışığı Kitaplığı’ndan da “Zaman Hırsızı” adlı kitabının çıktığını hatırlatalım. Genç yaştaki okurlar için yazılmış olsa da, bu kitabın yazarın en eğlenceli eserlerinden biri olduğuna ve ihmal edilmemesi gerektiğine dikkat çekelim. Oğlak,  “Galileo,” “Lanetlenme Oyunu,” “Kabal,” “Kutsanma Ayini,” “Kan Kitapları 1-2-3″ sırasıyla yayımlamıştı.

Kan Kitapları 1’de yer alan beş öykü sayesinde Clive Barker’ın tarzı hakkında net bir izlenim edinebiliyorsunuz. Şiddet, cinsellik ve dehşet üçgeninde huzursuz bir yolculuğa çıkacağınızı söyleyeyim ama şimdiden. Yazımızı ülkemizde korku denince akla gelen ilk yazarın, Stephen King’in sözleriyle bitirelim: “Clive Barker o kadar iyi yazıyor ki, tam anlamıyla dilimin tutulduğunu söyleyebilirim. Barker’ın yazdıklarının yanında on yıldır uyuyormuşuz gibi görünüyor.”

Tenten Çizgi Romanının Türkiye Macerası

$
0
0

Acar gazeteci Tenten’in, çizgi romanları tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de her daim yayıncıların büyük ilgisine mazhar olmuş ve defalarca  yayımlanıp okurlarıyla buluşmuştu. Öyleki sonunda orijinal arz talebi karşılayamaz hale geldi ve Türk çizerlerin elinden çıkma “çakma” Tenten çizgi romanları peydah olmuştu piyasada. Çizgili dünyaların vakanüvisi Yener Çakmak, Tenten çizgi romanının Türkiye macerasını kaleme aldı. Not: Görseller yazıyla doğrudan ilintili değildir.

   Yener Çakmak

Herge imzasını kullanan Belçikalı karikatürist Georges Remi‘nin ünlü çizgi roman serisi Tintin, Türkiye’de ilk kez Hamid Şendur‘un 2 Nisan 1949 – 17 Haziran 1950 tarihleri arasında 1 – 64 sayı çıkan 2. seri, haftalık dergi Çocuk Alemi‘nde “Tintin’in Maceraları” başlığı altında, 1949 yılında kopya çizgilerle yayınlandı. Aynı yayıncı 1950 yılında çıkarttığı Armağan adlı dergide, orijinal adı Tintin olan çizgi kahramanı ilk kez kendi verdiği isim olan Tenten adıyla kopya çizgilerle yayınladı.

1950 yılında Doğan Kardeş dergisinde kopya çizgilerle Tintin adıyla, resim kareleri altı yazılarıyla resimli roman türünde yayınladı. Bunun nedeni, çizgi roman türüne sıcak bakmayan yayıncılarının yazı ağırlıklı çocuk dergisi yapma istekleriydi. Dergide yayınlanan ilk Tenten macerası “Güneş Tapınağı” oldu. Eserin çevirisi, alt yazılara adapte edilirken, dizinin baş kahramanlarına eserin orijinalinden değişik roller veriliyordu. Örneğin; Kaptan Haddock Tenten’in amcası; Profesör Turnesol ise babası olmuştu. Doğan Kardeş, Tintin maceralarının yayınını 1954 yılına kadar sürdürdü. 29 Eylül 1954’te yayını başlayan Hamid Şendur’un Armağan adlı büyük boyutlu (33 X 23 cm) haftalık dergide, kopya çizgilerle renkli olarak “Tenten Mavi Boncuk” macerası yayınlandı. Aynı yayıncı daha sonra bu maceranın büyük boy renkli albümünü bastı.

3 Temmuz – 14 Ağustos 1956 tarihleri arasında 1 – 7 sayı çıkan Ekicigil Yayınları‘nın haftalık Tom Teks dergisinde “Tintin Afrika’da” macerası yayınlandı.

Hasan Şükrü Adalı‘nın sahibi olduğu Selek Yayınevi, 1958’de haftalık olarak 1 Mayıs 1958 tarihinde çıkartmaya başladığı 2. seri Resimli Hikayeler Dergisi‘nde, “Tintin Küçük Gazeteci Sarı Dünyada / Mavi Lotüs” macerasını yayınladı. 1 Ağustos 1958 tarihinde yayıncılığını geliştiren Hamid Şendur, Armağan Çocuk Gazetesi adına ilk müstakil, haftalık Tenten dergisi ilk macerası “Kırmızı Korsanın Hazinesi” ile yayınına başladı. 18 Temmuz 1959 tarihine kadar 1 – 51 sayı çıktı. Hamid Şendur’un Çocuk Yayınları Müessesesi adına yayınladığı Tenten maceralarının kopyalama ressamlıklarını: Pietro Karlotti, Mehmet Tekdal,Yılmaz Bora, Turhan Şimga, Erdoğan Bozok, Hayri Önder, Şemsi Güner, Orhan Doğu, Erol Kandiyar yaptılar. Tenten maceralarını 1959 yılında basan ise bu kez  Bilgi Yayınları, oluyordu.

1961 yılında Tenten dergisi yayıncılığına Burhanettin Şener (1930 Eskişehir – 1994 İstanbul) başladı ve 16 maceralık seriyi cilt dizisi olarak çıkarttı. Daha sonra Tenten maceralarını tekrar yayınlar olarak, haftalık 36 sayfalık siyah beyaz baskılı dergi serileri olarak yayınlamayı sürdürdü.

Haluk Yetiş‘in kurduğu Karaca Yayınevi, 10 Ocak – 21 Kasım 1962 tarihleri arasında 1 – 42 sayı çıkan Arkadaş büyük boyutlu (27,5 X 20 cm) dergide,Türk basınında ilk kez Tenten’i orijinal çizgileri ve tercümesi ile yayınladı. Arkadaş’ta 1 – 21 sayıda “Prof. Turnesol Kaçırılıyor” ve 22- 42 sayılar arasında “Kaçakçılar Peşinde” maceraları yayınlandı. Bu maceralar, Belçika ve Fransa ile Fransızca konuşan ülkelerde yayınlanan Tintin dergisinde yeni yayınlanan maceralar olması nedeniyle, Türkiye’de ilk kez yayınlanan maceralardı. Aslında Arkadaş dergisi, Belçikalı çizgi roman dergisi Spirou‘yu kendisine örnek almış, Spirou’daki çizgi roman serilerini (Jerry Spring, Marc Dacier, Red Kit/ Lucky Luke,Valhardi) bünyesinde kullanan bir dergiydi. Tintin dergisi de Belçika’da Spirou’nun en büyük rakibiydi. Arkadaş dergisinde Tenten’i kullanarak iki rakip dergiyi birleştirmişti. Dergideki çizgi romanların yayın organizasyonunu ONK Copyright Ajans sahibi Osman Necmi Karaca (1923 Ayvalık) yapıyordu ve Arkadaş dergisinin ortağıydı.

1960 yılında büyük bir kısmı İstanbul’da, son bölümü Yunanistan Pire’de çekilen ilk oyunculu Tintin (Tenten) filmi “TINTIN et le Mystere DE LA TOISON D’OR (TENTEN ve ALTIN POSTUN ESRARI)” filmi, 1961 Dünya prömerinin yapılışından üç yıl sonra 1964’te Türkiye’de “Tenten İstanbul’da” adıyla sinemalarda gösterildi (Kadıköy Süreyya Sineması’nda seyrettim ilk kez). Filmin gösterimi 1962’de bilim kurgu çocuk filmi “Ay Dedeye Gidiyoruz“u (Yönetmen: Nuran Şener) yapan Burhaneddin Şener’in aklına, bu filmin temasından yola çıkıp yeni bir Tenten macerası hazırlama fikrini getirdi. Tenten İstanbul’da filminin çizgi roman adaptesi şeklinde yapılmaya çalışılan,ancak eldeki filmle ilgili dökümanların azlığından, acele ile hazırlanan, tamamı yerli yapım Tenten macerası; acemi çizgilerle, Tenten’in çeşitli maceralarından alıntı karelerle, bir tür kolaj çalışma çizgi romandı. Burhan Yayınevi‘nin ilk yerli kaçak yapım Tenten macerası “Tenten İstanbul’da” (Yazan çizen: Şahap Ayhan) 9 – 30 Haziran 1964 tarihleri arasında çıkan 1 – 4 sayıda çıktı. Tenten dergisi yayını 1969 yılına kadar sürdü.

Tenten’in daha önce çıkmış maceralarını tekrar tekrar yayınlamaktansa, kaçak yerli Tenten maceraları hazırlatan Burhanettin Şener, bu arada Herge’nin yeni Tenten maceralarını da kopya çizgilerle yayınlıyordu. Tenten İstanbul’da macerasının ardından, Tenten’e bir İstanbul macerası daha hazırlattı. O macera “Marmara Canavarı” oldu. Bu maceraları : Tenten Asilere Karşı (Yazan çizen: Ferit Öngören) – Yamyamlar  Adası – Esrarlı Sirk – Uğursuz Film – Aya Seyahat – Feza Casusları – Merih’e Gidiyoruz – Perili Dağ – Tenten Afrika’da (Yazan çizen: Şahap Ayhan) maceraları takip etti. Bu maceraları hazırlayanların başında, Kasım Koç imzasını kullanan Şahap Ayhan (1926 İstanbul, Üsküdar – 1 Mayıs 2005 Altunizade, İstanbul) gelir. Onu Berkay Kutdeniz, Gökalp Çelikiz ve Ferit Öngören takip eder. Maceralar aceleyle hazırlandığı için, yalnız Tenten maceralarından kareler değil, Chick Bill/Korkusuz Bill-Sartana ,Tarzan gibi çizgi roman maceralarından da kare alıntıları vardır. İşin ilginci, bu yerli yapımlardan Marmara Canavarı, 1989 yılında Milliyet Gazetesi’nin okurlarına promosyon olarak verdiği, orijinal Tenten maceraları ile birlikte, telifi yurt dışından alınmış gibi Casterman Copyright’ı ile yayınlandı. Bu durum da ülkemizde yabancı eserlerin telifleri konusunda Türkiye’nin ne kadar sıhhatsiz çalıştığını göstermektedir.

Burhanettin Şener, telif hakkı satın almadan, korsan olarak Tenten maceralarını kopya çizgilerle tekrar tekrar yayınlarken, 1980 yılında Ali Recan‘ın Alfa Yayınları adına Tenten dergisini çıkartması, Şener’in tepkisine yol açtı. Burhanettin Şener’le yakın ilişkisi olan ressam Gökalp Çelikiz‘in bana aktardığına göre, Burhanettin Şener, Ali Recan’ı mahkemeye verip, ondan tazminat almak istemiş, Gökalp de ona : ” – Ağbi sen Tenten’i telif hakkını satın alıp yayınlamadın ki, Ali Recan’ın bastığı Tenten’den bir hak iddia edesin !..” demiş.

Tenten, 1985 yılında bir süre Milliyet ÇOCUK dergisinde, orijinal çizgilerle yayınlandı. 1994 yılında Yapı ve Kredi Bankası Yayınları Tenten maceralarının tamamını, renkli orijinal albümler olarak bastı. Aynı seri daha sonra 2000’li yıllarda daha güzel baskılı ve kuşe kağıda İnkılap Yayınevi tarafından basıldı.

Uslanmaz bir Tiranın Özyaşam Öyküsü: Sir Alex Ferguson

$
0
0

22 Oct 2013, London, England, UK --- (131022) -- LONDON, Oct. 22, 2013(Xinhua) -- Sir Alex Ferguson,

Geçtiğimiz Ekim ayı futbol tarihinin en başarılı kitap lansmanlarından birisine sahne oldu. Ada ve dünya futbolunun en başarılı isimlerinden, 26 yıldır sürdürdüğü Manchester United teknik direktörlüğünden Mayıs ayında emekli olan Sir Alex Ferguson’ın ikinci özyaşam öyküsü 22 Ekim günü basına tanıtıldı ve bir haftayı aşkın bir süre spor kamuoyunu meşgul etmeyi başardı.

bora-isyar Bora İşyar

Bir teknik direktörün ortalama 3 yıl görev başında kalabildiği bir ligde 26 yıl aynı takımda görev yapan Ferguson bir kez daha inanılmazı başarmış, gündemi saat başı değişen İngiliz spor medyasını bir haftadan uzun süre kendisine tutsak etmişti. Kitapta yazdıklarına (daha doğrusu Daily Telegraph’tan Paul Hayward’a ‘yazdırdıklarına’) bakınca Ferguson’ın amacının tam da bu olduğunu söyleyebiliriz. Doğrusunu söylemek gerekirse, Glasgow’daki günlerinden problem yaşadığı oyunculara, kendisine rakip gördüğü teknik adamlardan takım psikolojisi yaratma yollarına bir çok konuda görüşlerini okuyucuları ile paylaşan Ferguson 350 sayfa boyunca sansasyon yaratacağına şüphe olmayan cümleleri ardı ardına sıralıyor. Anlattığı onlarca hikayenin, öne sürdüğü fikirlerin ve hatta duyduğu pişmanlıkların arka planında ise haklılığından, kendinden ve yöntemlerinden asla şüphe duymayan ve otoriterliğinin meşruluğunu sorgulatmayan bir tiran olarak duran Sir Alex Ferguson çıkıyor karşımıza.

Alex Ferguson retires: the players that defined his Manchester United career - video

Glasgow gönleri ile başlayalım… Ferguson’ın hikayesinde göze ilk batan şey çocukluğunun ve gençliğinin hayli zor koşullarda bir yaşam süren işçi sınıfına ve bu sınıfın yaşam ilkelerine duyduğu hayranlık. Çalışkanlık, dürüstlük, ve kendini ezdirmemek. Ferguson’ın gençlik günlerini anlattığı sayfalarda bu özelliklere sahip olduğu için kendisiye ne kadar gurur duyduğunu kolayca görüyoruz. 1974-1978 yılları arasında St. Mirren’ı çalıştırırken mali zorluklar ile karşılaşmamak için iki tane bar işletmeye devam etmesi ve her sabah 6:30’da işbaşı yapıp geceyarılarına kadar şikayet etmeden çalışmaya devam etmesi; karşılaştığı her türlü zorluğa rağmen dürüstlükten ödün vermemesi ve verenlerle olan ilişkilerini her ne pahasına olursa olsun bitirmesi; ve belki de en önemlisi, karşısındaki ister çalıştığı futbol klubünün zengin yöneticisi olsun ister bir ayda milyonlarca sterlin kazanan ve taraftarın sevgilisi olan genç bir futbolcu, ister yazdıkları milyonlar tarafından okunan bir gazeteci olsun, ister her hafta futbolcu ve teknik adamlara cezalar yağdıran federasyonun başındaki bir aristokrat, Ferguson’ın en gurur duyduğu özelliği kendisini ezdirmemesi ve doğru olduğuna inandıklarını – dürüst olmak gerekirse kendi doğrularını – savunmaktan asla ve asla geri adım atmaması. Belki de bu kitabın en ilginç özelliklerinden birisi de çalışkanlık ve dürüstlüğün öne çıktığı hikayelerin ilerleyen sayfalarda neredeyse tamamen yokolup, kendini asla ezdirmeyen Ferguson’ın ve onun doğrularının sahnesi haline gelmesi. Kendini ezdirmemek ile kendi doğruları adına başkalarını ezmek arasındaki çizginin ne kadar ince olduğunu (ve hatta çoğu zaman böyle bir çizginin olmadığını) Ferguson’ın oyuncuları ve rakip teknik adamlarla kurduğu ilişkilerde gözlemlemek mümkün.

ferguson3Ferguson kitabında 6 oyuncusuna (David Beckham, Rio Ferdinand, Cristiano Ronaldo, Roy Keane, Ruud van Nistelrooy ve Wayne Rooney) ve bir de ’92 sınıfı diye anılan jenerasyona (özellikle Paul Scholes, Ryan Giggs, Nicky Butt) özel bölümler ayırmış. Scholes, Giggs, Butt ve Ferdinand belli ki Ferguson’ın gözünde çok özel yerlere sahipler. Disiplinleri, futboldan başka hiçbir şey ile ilgilenmemeleri, kendilerine olan güvenleri ve asla ama asla Ferguson’ın sözünden çıkmamaları ve ‘büyük patronu’ sorgulamamaları Ferguson için bu futbolcuları özel yapıyor. Aslında ne Giggs ne de Scholes yorumları futbolseveleri şaşırtacak yorumlar değil. Giggs’in 39 Fergie yönetiminde 39 yaşına kadar hem de Manchester United gibi bir ekipte oynadığı kilit rol ve Scholes’un yaratıcılık sorunu çeken ekibin tek çaresi olarak emeklilikten geri döndürülmesi Ferguson’ın bu iki oyuncu ile ilgili düşüncelerini ortaya koyuyor. Zaten bir noktada Ferguson da ‘Giggs ve Scholes iyi ve zeki futbolcular olmanın yanısıra United ruhunu anlayan ve ona göre yaşayan insanlar’ ve bu yüzden de onlar için United’da herşey yolunda gitti diyor.

Bu sebepten dolayı Butt’ın bu iki isimle birlikte anılması biraz şaşırtıcı ancak Ferguson’ın Butt hakkındaki yorumlarını okuyunca neden 2004’te Manchester’dan ayrılan oyuncunun bu kadar özel bir yere sahip olduğunu anlayabiliyoruz: ‘Bir aslan kadar cesur, asla mücadeleden kaçmayacak bir insan’. O kadar cesur ki, zamanı geldiğinde Ferguson’a neden oynamadığını direkt soran ve fakat tam da Fergie’nin istediği gibi aldığı cevabı (‘Çünkü Scholes ve Keane senden iyiler’) ne kadar sert olursa olsun kabul edip patronun yanlış olduğunu düşünmeyen bir isim: ‘Butt benim ona verdiğim açıklamaları her zaman kabul eder ve ona göre davranırdı’. Yani, sahada bir aslan, ancak Ferguson’ın odasında uysal bir kedi.

Alex Ferguson and Rio Ferdinand

Ferdinand da Ferguson’un gözüne söz dinleyerek girmeyi başarmış. Teknik adam Ferdinand’ın bir dönem futbol dışı işlerle de ilgilendiğini, maç oynamayacağı bir hafta P. Diddy ile röportaj yapmak için New York’a uçmayı düşündüğünü, ancak Ferguson kendisine ‘P. Diddy seni daha iyi bir stoper yapabilir mi?’ sorusunu yönelttikten sonra Rio’nun doğru karar verdiğini yazıyor. Ferguson’ın bu tip, uysal, ‘baba figürünün’ sözünden çıkmayan oyunculara olan sevgisinin örnekleri bu kitapta sıklıkla karşımıza çıkıyor. (Mesela, Ronaldo’nun da Ferguson’ın sözünü dinleyip Real Madrid’e transferini bir yıl ertelemesi, yıldız oyuncunun bu kitapta sevgiyel anılmasını sağlamış.) Sanırım Fergie’nin Phil Neville hakkındaki sözleri bu konuyu daha fazla uzatmadan teknik adamın ideal oyuncu tipini anlamamıza yardımcı olacaktır: ‘Phil harika bir oyuncuydu. Ona ‘şu tepeye tırman, ve oradaki ağacı kes’ dediğinde tek cevabı ‘Emredersin patron! Testere nerde?’ olurdu.’ Ferguson’ın kafasındaki disiplin askeriyenin meşhur ‘emiri sorgulama, emirde mantık arama’ prensibine dayalı, otoriteye mutlak riayet etme gerektiren bir disiplin yani. Zaten onun sözünü dinlemeyenler ve daha sonra da ona alenen ve kamunun gözleri önünde karşı çıkanlar hakkındaki yorumları bu anlayışı gözler önüne sermeye yeter.

united

David Beckham, Ruud van Nistelrooy, Wayne Rooney ve Roy Keane. Ferguson’ın öyle ya da böyle problemi olduğu dört başarılı, yetenekli, ve kendilerini ezdirmeyen isim. Beckham’ın hatası (Giggs’in aksine) ‘gerçek’ anlamıyla meşhur olmayı sadece bir futbol yıldızı olmaya tercih etmesi. Aynı Ferdinand örneğinde olduğu gibi Ferguson Beckham ile de bir konuşma yapıyor ancak Beckham ‘patronu’ dinlemiyor. Netice: formsuzluğu nedeni ile ilk 11’de gittikçe daha az yer alan bir Beckham. Van Nistelrooy (yıllar sonra Rooney’nin tekrarlayacağı) bir hataya imza atıyor ve Ferguson’ın transfer ve takım kurma politikasını yeteri kadar agresif bulmadığı ve bu politikanın United’ı zirveye çıkarmayacağını düşündüğü için eleştiriyor. Sonuç: Ferguson verdiği söze rağmen, Vidic ve Evra’yı oyuna alıyor ve zaten yedekte bekleyen van Nistelrooy’u Carling Kupası finalinde oynatmıyor.

Ferguson’a sorarsanız her iki isim de nispeten hataları anlamış durumdular. (Beckham ilke arasının zaten iyi olduğunu savunan Fergie, yıllar sonra van Nistelrooy’dan bir de özür telefonu aldığını iddia ediyor.) Ferguson üstü kapalı da olsa Rooney’nin bu iki oyuncunun başlarına gelenlerden ders almasını istiyor. Halihazırda Fergie’yi bir kere hem de basın aracılığı ile eleştiren Rooney’nin aynı hatayı tekrarlamazsa bir United efsanesi olacağını söylerken, Ferguson aslında United’daki rolünün de değişse bile gücünün sona ermediğinin sinyallerini veriyor.

ferguson4

Şüphe yok ki kendisine karşı çıkan, başka bir deyişle kendilerini ezdirmeyen futbolcular arasında Ferguson’ın en acımasızca eleştirdiği isim Roy Keane. United’ın Premiership’i domine ettiği yıllardaki başarısındaki büyük pay sahibi olan Keane Ferguson’ın oyuncu seçimlerini ve oyun anlayışını hem de Manchester United TV kanalında (daha sonra yayından kaldırılan) bir söyleşide eleştirince ipi çekiliyor. Ferguson Keane konusunda hiç tereddüt etmediğini zira eğer bir oyuncunun takımın patronunu sorgulamasına izin verilirse o takımın dağılacağını söylüyor. Keane hakkındaki bölümü okuyan birinin kafasında Ferguson’ın ‘kendini ezdirmeme’ etiğinin sadece kendisi için geçerli olduğuna dair en ufak bir şüphe bile kalmıyor. United’da tek doğru var, o da Ferguson’ın doğrusu. Bu Keane takımdan ayrıldıktan ve hatta futbolu bıraktıktan sonra da değişmiyor. Şampiyonlar Ligi’nde 2011-12 sezonunda gruptan çıkamayan United’da problemin Ferguson’da olduğunu söyleyen Keane için Fergie ‘teknik adam olabilecek kapasitede değil’ diyerek son noktayı koyuyor. (Ya da koyduğunu düşünüyor zira Keane Ferguson’ın kitabında kendisi ile ilgili yazılan şeylerin yalan olduğunu savunuyor.)

Ferguson’ın yaşam öyküsünde burada değinmediğimiz birçok ilginç nokta daha var. Wenger ve Benitez’e eleştirileri, hatalı olduğunu kabul ettiği tek hareketi olan Jaap Stam’ın Lazio’ya satılması, Manchester City ve Liverpool hakkındaki fikirleri (özellikle de Gerrard’ın en üst düzey bir futbolcu olmadığını savunduğu sayfalar) ve Mourinho ile olan ilişkisi gibi. Ancak bütün bu hikayelerin arka planında hep haklı olan, (Stam transferi dışında) hata yapmayan (Ferguson tam bir fiyasko olan Bebe transferinin bile yanlış olduğunu kabul etmiyor), ve bunların aksini düşüneni acımasızca cezalandıran bir tiran var. Belki de 26 yıllık bir başarı öyküsünün bedeli bu.

Alex Ferguson – My Autobiography (Hodder & Stoughton, 2013)

Paralel ‘karşı-roman’lar: “Tutunamayanlar” ve “Solgun Ateş”

$
0
0

4825

Albert Camus, Sisifos Söyleni’nin ‘oyun’ bölümünde günü gününe yaşayan insan modelinden bahseder. Camus’ya göre bu insan modeli, oyalanmayı pek sevmez, gelecek tasavvuru yoktur, her şey onu sıkıştırır, aynı zamanda da hiçbir şey kendi kendinden falza ilgilendirmez onu. Tiyatrodan, gösteriden hoşlanması da bundandır; birçok yazgılar sunulur kendisine, bunların acısını çekmeden (salt) şiirini alır.

Ercan Dalkılıç Ercan Dalkılıç

Gerçeken de sisteme göbekten entegre olmuş, sabah işe çıkıp akşam eve dönen, akşam boyunca da TV başında Homer Simpson gibi göbekleneduran kapitalist çağın ‘uyumsuz olmayan’ yaratığı için eserin şiiri almaktan başka da bir yol yok gibi görünür. O, ‘uyumsuz’ gibi, usun oyuna hayranlığını bırakıp onun derinliğine inmez. Dolayısıyla (kahramanla) özdeşleşmiş olarak aslı bulunmayan bir umuda doğru durmadan koşuşturup durur.

JoyceUlysses2Brecht’in epik tiyatroda ‘yabancılaştırma efekti’ ile, Godard başta olmak üzere Yeni Dalga yönetmenlerinin, yabancılaştırma efektine paralel, fakat daha geniş ve daha genel olan ‘irrealizasyon’ (gerçek-dışılaştırma) ile kırmaya çalıştığı bu aldanış, bu uyuşturma, bu katarsis -adına her ne derseniz deyin- romanda da Madame Bovary, Kayıp Zamanın Peşinde gibi birçok deneme ile kırılmaya çalışılmıştır.

Karşı-Roman Çağı

Kökleri Laurence Sterne’ün 1767 tarihli Tristram Shandy romanına dayanan karşı-roman, eserin içine eserin metaforu olan hikayeleri yerleştirerek uygulanan ‘erken anlatı’ tekniğinin (mise en abyme) yaratıcısı, ilkkullanıcısı Andre Gide’den etkilenen Robbe-Grillet, Nathalie Sarraute, Robert Pignet, Claude Simon gibi isimlerle birlikte yükselişe geçer.

palefire2. Dünya Savaşı’ndan sonra da, dilin salt bir anlatım aracından çok amacın kendisi haline geldiği konuşulmaya başlanmıştır. Artık romancı, hikayeler anlatan bir tanrı-anlatıcı değil, dili işleyen, yeni biçimler deneyen, alımlayıcıyı anlatı çemberinin dışanı itip onu sarsan bir karşı-romancıdır. Dilin kendisi problematize edilmiş, olay örgüsü ikinci plana atılmıştır. ‘Uyumsuz olmayan’ın kurguya kapılıp gitmesi, kahramanla birlikte hayal dünyasının içine dalması klasik romanla birlikte, sözgelimi Balzac’la birlikte geride kalmıştır böylelikle. Kısaca; okuyucu ile romancının kurgunun içinde oluşturdukları karşılıklı avunma sona ermiştir artık.

Sözdizimine uğratılan yapı-bozumu, karşı-roman’ın en önemli özelliğidir. Günlük, şiir-şarkı gibi formların karşı-romanın kurgusuna yedirilmesi, olay örügüsünün, ana izlekten bilinç akışıyla aniden koparılıvermesi, kitapta boş sayfaların, atılabilecek sayfaların, değişik biçimde sıralanabilecek sayfaların, gereksiz resimlerle donatılmış sayfaların bulunması yapı-bozum metotlarından sadece bazılarıdır.

tutunamayanlarKarşı-roman’ın en büyük örneği kuşkusuz James Joyce’un Ulysses‘idir. Ki; Ulysses, çetin okuyucuların dahi hakkından güçlükle gelebildiği bir biçime sahiptir. Ulysses‘in yanına yine Joyce’un Finnegans Wake‘i –ne yazık ki Türkçe’ye henüz çevrilmedi bu eser; fakat duyumlarımıza göre Ulysses‘i dilimize kazandıran Nevzat Erkmen, bu eserin çevirisi üzerine çalışıyormuş, merakla bekliyoruz- Virginia Woolf’un Mrs. Dallloway”i, Samuel Beckett’in Molloy‘u, Vladimir Nabokov’un Solgun Ateş‘i ve Oğuz Atay’ın Tutunamayalar‘ı rahatlıkla iliştirilebilir.

“Tutunamayanlar” ve “Solgun Ateş”

Yukarıda belirttiğimiz gibi 1972 yılında Sinan Yayınları tarafından basılan Tutunamayanlar da, karşı-romanın tipik bir örneğidir. Peki, özgün müdür? Tatjana Seyppel’ın, 1989’da İletişim Yayınları tarafından yayınlanan Oğuz Atay’ın Dünyası‘nda belirttiğine göre: Hayır. Atay, Tutunamayanlar‘da tüm ayrıntılarına varıncaya kadar, hiç kuşkusuz Nabokov’un Solgun Ateş romanını taklit etmiştir. “Burada söz konusu olan, asla naif, hayranlığa dayalı bir taklit değil, yazar aldığı biçimi yeni bir içerikle dolduruyor.”

photoSolgun Ateş‘le Tutunamayanlar karşılaştırıldığında gerçekten de aşırı benzerlikler dikkat çekiyor. Solgun Ateş öldürülen şair John Shade’in ardında bıraktığı uzun şiirini dize dize açıklamaya sıvanan şairin arkadaşı(yayımcısı) Charles Kinbote’nin ağzından anlatılırken; Tutunamayanlar, intihar eden Selim Işık’ın arkadaşı Turgut Özben’in ağzından anlatılır. Her iki romancı da, tanrısal anlatıcı putunu yıkıp, yerine başka bir anlatıcı atayarak, okuyucunun yazar kimliğine (ikinci bir kimliğe) bürünmesini sağlamıştır.

Ayrıca, biçim bakımından da Atay, Solgun Ateş‘in temel biçimi olan şiir-arkası açıklama benzeri bir formül uygular Tutunamayanlar‘da; Selim Işık’ın ardında bıraktığı şarkıyı dize dize açıklatır Turgut Özben’e, üstelik Selim Işık, bununla yetinmemiş tıpkı Charles Kinbote’nin açıklamları gibi açıklamlar yazdırmıştır Süleyman Kargı’ya! (Tabii belirtmekte fayda var; bununla birlikte Atay, yeri gelir gayet özgün bir biçimde cümledeki kelimeler arasında boşluk bırakmaz, bazı isim tamlamalarını bileşik yazar; yeri gelir günlükleri kurgusuna dahil eder, hatta yetmiş kusur sayfa noktalama işareti dahi kullanmadığı olur.)

tumblr_mpz402Jr7q1s2a7mko1_500

Atay’ın romanlarındaki kapalı dil oyunları, (Tatjana Seyppel’e) göre Batı odaklı dünya görüşü içinde kapalı kalmış Türk aydınına yöneltilmiş eleştiridir. Bu kapatılmışlık hissinin nedeni olarak bazen örtülü, bazen açık yapılan taklit verilir. Atay, kültürel iletişim noksanlığından kaynaklanan taklit çıkmazının bilincine vararak, “ülkenin sağlıksız koşullarını entelektüeller üzerinde bulgulayarak” bu sorunsalı romanlarının biçimine taşımıştır.

Neredeyse tüm yazınını aydın sınıfının aydın gözüyle analizi üzerine kuran bu ‘korkuyu beklerken oyunlarla yaşayan beyaz mantolu adam’ın, Tutunamayanlar ile Solgun Ateş arasındaki paralelliği keşfedemeyen, keşfedemeyeceğini tahmin ettiği aydıncıklara, sözde okurlara oynadığı bu tehlikeli oyuna bunca zaman sonra ne demeli şimdi?

Korkmuş Küçük Savaşçılar: Yetimler – Orfani

$
0
0

orfani

Bonelli’nin ürettiği ilk renkli çizgi roman serisi YetimlerOrfani, ülkemizde Çizgi Düşler etiketiyle çizgi romanseverlerle buluştu.

Dünyadışı yaratıklar ve “yabancılar” diye adlandırılan varlıklar gezegenimize saldırmıştır ve etraf tam anlamıyla cehenneme dönmüştür. Uzaylıların gönderdiği ölümcül ışın Avrupa’yı yok edince, dünyayı kurtarma görevi bu saldırıdan sağ kurtulan bir avuç yetim çocuğa düşmüştür.

orfani2Yeni çizgi roman serisinin hikayeye giriş niteliği taşıyan ilk sayısının adet olduğu üzere karakterlerin tanıtımına ayrıldığı söylenebilir. Takyon enerjisiyle vurulan dünya saldırısı sonrasında zorlu tabiat koşullarında eğitilen ve başarılarına göre askeri birliklere dağıtılan bu çocuklar arasında Sevil’den gelen Ringo, Barselona’dan Jonas, Juno ve kardeşi Hector, Madrid’den Rey ve Felix yer alıyor. Amerikalı olduğu halde annesinin akrabalarını ziyaret etmek için Barselona’ya geldiğinde yaşanan saldırı yüzünden tüm ailesini kaybeden Sam ise, içlerinde en talihsiziymiş gibi görünüyor. İyi yetişmiş birer asker olduktan sonra İzci, keşiş, silahşör, velet ve sosyopat lakaplarıyla hitap edeceğimiz bu yetimler, ilk olarak dünyayı vuran ışının geldiği söylenen gezegene gönderiliyor. İlk hedefleri, bu silahı bulup tekrar kullanılmasını önlemek için yok etmek. İkincil hedefleriyse uzaylıları öldürmek.

orfAni3

Çocukların dışında, dikkat çeken karakterlerden birisi ise tek gözlü, seksi profesör Jsana Juric. Onun görevi, Albay Takeşi Nakamura’yla birlikte çocukları gezegenin en iyi askerlerine dönüştürmek. Ya da en azından ilk macerada bize öyle olduğu söyleniyor. Neden uzaylılar Avrupa’yı vuruyor, neden Amerika saldırıdan zarar görmüyor, Avrupa’yı aslında kim yok ediyor gibi sorular ilk maceradan itibaren akılları kurcalamaya başlıyor. Soruların cevaplarını bulmak için Yetimler serisini takip etmek gerek.

Landlord’un Çizgili Hayat Defteri…

$
0
0

esteban güneşin oğlu

Kendimi bildim bileli televizyon çocuğu oldum hep. Televizyon diye bir alet icat edilmeseydi ne yapardım, ne çocuğu olurdum o zaman hiç bilmiyorum.

sisko-ninja

Landlord (Ege Görgün)

Annemin benim nasıl bir çocuk olduğum konusunda tarif hazırdır. “Çok ağlardı. Ama koy televizyonun karşısına, gıkı çıkmazdı saatlerce.” Televizyon konusunda ilk anılarım çok derli toplu değil. Ama her çocuk gibi çizgi-filmlere vurgun olduğumu, bu renkli dünyaların beni kendimden geçirdiğini söyleyebilirim. Peki şimdi durumda bir değişiklik var mı? Pek yok. Ama artık televizyonda beni kendimden geçirecek fazla çizgi film de yok. Avatar ve Sünger Bob var. Belki de başkaları da var ama yaş kemale erdiği için algılarımın bu konudaki hassasiyeti biraz körelmiş ve ben atlamış da olabilirim. Aklıma gelmeyen ve halan gösterilen çizgi filmler varsa siz hatırlatırsanız sevinirim.

Benim yakın dönemde izlediğim çizgi filmler şunlardı: Örümcek Adam, X-men, Süper Kene, Afacan (tombalak Lui Anderson’un maceraları), Uzaylı Yakalama Bürosu, Rugrats, Kedi-Köpek, Kötü Köpek ve özellikle Çılgın Kaptan Jake.

Tek kanallı günlerden aklımda kalan 80’lerin çizgi filmlerini sorarsanız: Tontonlar Ponponlar derim.. Uykudan Önce’de çıkarlardı, her şekle girebilirlerdi. (Uykudan Önce çok önemli bir yer tutar yaşıtlarımın hafızasında. Adile Naşit’le başlayıp Ergun Uçucu, Köksal Engür ile devam eden nahif, yararlı ve unutulmaz bir deneyimdir Uykudan Önce) “Değiş Tonton” şeklinde bir cümle sarf ederlerdi sık sık. Sonra Musti, hani şu eli kolu durmayan yavru kedi. O el kol hareketleri bayağı popüler olmuştu halk arasında hatırlarsanız. Yine Ayı Yogi, Jetgiller, Şeker Kız Candy, Heidi, Arı Maya, Vikingler, Atom Karınca, Marco hatırlayabildiğim diğer “multi-kanal” öncesi çizgi filmler. Ama konu benim hastası olduğum çizgi filmlere gelince; kargasıyla (adı Şiba mıydı neydi?) maceradan maceraya koşan Denizci Sinbad’ı ve İnkalar’ın Altın Şehri’ni arayan Esteban’ı tek geçerim. Büyüdükçe nahif çizgi filmler yavaş yavaş ekranı bilimkurgu çizgi filmlerine bıraktılar. Efsane çizgi film Voltran‘ı hatırlatmak yeterli herhalde. Ondan sonra çıkan benzerlerini buraya taşımaya gerek yok.

Bu dönemin ardından popüler sinema filmlerinden devşirme çizgi filmler doldurdu ekranlarımızı. Hayalet Avcıları, Maske, Ninja Kaplumbağalar gibi. Warner Bross’un Looney Tunes’u (Road Runner, Bugs Bunny, Woody Woodpecker), Walt Disney’in Mickey Mouse‘u, Donald Duck‘ı, Hanna Barbara’nın Taş Devri ve Tom ve Jerry‘si ise zaten sanki dünya var olalı beri mevcutlardı. (Dört temel ekolden söz etmek mümkün çizgi film konusunda; Warner Bross, Walt Disney, Hanna Barbara ve Japonlar.) Benim gibi çizgi film seven yetişkinlerin olduğunu ne zaman keşfettiler bilmiyorum. Muhtemelen Japonların işi bu. Ne de olsa büyüklere çizgi film yapmakta üstlerine yok. Manga çizgi romanların çok satmasından yola çıkarak mı ürettiler bu sinema tadındaki çizgi filmleri bilemiyorum. Ama bu varsayım mantıklı geliyor bana. Belki de tek neden, çizgi filmlere meraklı, hem de çizime istidadı olan çocukların, birer yetişkin olduklarında geçmişten süre gelen bu meraklarını terk etmek istememeleri. Dışarıda bir yerlerde kendileri gibi içlerinde bir çocuk saklayan başkalarının da olduğunu bilmeleri ve çocuklardan çok bu insanlar için bir şeyler üretmek istemeleri de bir neden olabilir.

Amerikalılar da Bart Simpson ve son olarak South Park ile büyüklere çizgi film olayına girdiler. Bununla kalmayıp bu yeni ürün kolunu sinemalara da taşıdılar. Bugün çizgi film dendiğinde artık akla Japon animeleri, özellikle de Hayao Miyazaki geliyor. Miyazaki filmlerinin çoğu DVD olarak bizde de piyasaya çıktı. Bu filmleri mutlaka izlemenizi öneririm.

Hayao Miyazaki DVD’leri

Gökteki Kale / Laputa: Castle in the Sky

Komşum Totoro / My Neighbor Totoro Küçük Cadı Kiki / Kiki’s

Delivery ServiceRüzgarlı Vadi / Nausicaä of the Valley of the

WindRuhların Kaçışı / Sprited AwayPrenses Mononoke / Princes

Mononoke

Yürüyen Şato / Howl’s Moving Castle

 

 

DiskDünya Sahipsiz Kalmadı

$
0
0

Terry Pratchett  (3)

Geçtiğimiz mart ayında, 66 yaşında sonsuzluğun büyülü evrenine uğurladığımız fantastik edebiyatın ustası Terry Pratchett’ın ünlü DiskDünya serisinin ilk iki kitabı, Delidolu etiketiyle yeniden okurlarıyla buluşuyor.

Okurları Terry Pratchett’ın fantastik edebiyata mizah ve ironi becerisiyle büyük katkıda bulunduğunu düşünebilirler. Ancak DiskDünya serisinin ortaya çıkışındaki asıl nedenin öfke olduğunu pek çoğu bilmez. Kendisiyle birlikte ‘Good Omens – Kıyamet Gösterisi’ni yazan, yazar dostu Neil Gaiman, bir röportajında onunla ilgili bir anısından bahsederken buna değinmese belki bizim de haberimiz olmayacaktı.

Neil Gaiman ve Terry Pratchett

Neil Gaiman ve Terry Pratchett

Neil Gaiman,

“Terry’ye çok kızgın olduğu bir anda, ‘Boşver, kızacak bir şey kalmadı, her şey yoluna girdi işte,’ deyince,”

diye anlatıyor;

“bana baktı ve ‘bu öfkeyi sakın küçümseme, bu öfke Good Omens’e (Kıyamet Gösterisi)  güç veren motorun ta kendisidir!’ demişti.”

Gaiman sözlerine,

Terry Pratchett‘ın üslubunda öyle bir öfke vardır ki; DiskDünya’ya can veren de bu öfkedir. Bu aynı zamanda 6 yaşındaki Terry’nin 11. sınıftan sonra okumaya yetecek zekası olamayacağını söyleyen okul müdürüne, kendini beğenmiş eleştirmenlere, komikliğin zıttının ciddiyet olduğunu sananlara ve kitaplarını doğru düzgün basamayan Amerikalı yayımcılarına duyduğu öfkedir. Dikkatli bakmazsanız onun neşeli olduğunu sanabilirsiniz. Ancak gördüğünüz neşenin altında mutlaka bir öfke vardır.”

diye nokta koyuyor.


Terry Pratchett  (1)


Dünyada yaşanan siyasi, kültürel ve bilimsel gelişmeler karşısında duyduğu öfkeyi işte böylesine mizahi bir dille, hicvederek dışa vuran değerli bir yazar ve insandı Pratchett. Keşke hepimiz öfkemizi onun kadar eğlenceli bir üslupla belirtmeyi başarabilseydik. Yazarın tüm dünyada yankı uyandıran DiskDünya serisi, okurlarını devasa bir kamplumbağanın üstündeki dört filin sırtladığı bir diskten oluşan, eşsiz bir aleme davet ediyor. Türlü türlü büyünün, korkunç canavarların, ateş saçan ejderhaların, acayip yaratıkların, gizemli tanrıların ve trollerin kol gezdiği bu olağanüstü dünyaya giriş biletimiz ise ‘Büyünün Rengi’ adlı ilk kitap. DiskDünya’nın en büyük şehri Ankh-Morpark’a ayak basan ilk turist İkiçiçek’le ve onun delidolu rehberi, başarısız sihirbaz Rincewind ile bu büyülü dünyayı gezmeye başlıyoruz. Kısa sürede kaynaşan bu iki yoldaş zamanla tehlike dolu bir maceraya sürükleniyor. Finalde ise okuru büyük bir sürpriz bekliyor. Cevapsız kalan sorular ise serinin ikinci kitabı ‘Fantastik Işık’ta açığa kavuşuyor.

 büyünün rengi  fantastik ışık

Kitapları 37 dile çevrilen, 85 milyon adet satan Terry Pratchett’ın DiskDünya serisinden on üç kitabı aslında daha önce dilimize çevrilip yayımlanmıştı ancak gerisi gelmedi nedense. Umarız Tudem Yayınları Delidolu başlığı altında topladığı serinin devamını da sevenleriyle buluşturmakta gecikmez.


Karaoğlan’ın yaratıcısı ve yönetmeni Suat Yalaz: “Kartal Tibet beni yüzüstü bıraktı!”

$
0
0

Suat Yalaz‘ın,  Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük çizerlerden biri olması dışında da önemli bir özelliği var.  8 filmi olan bir yönetmen o. Ve daha da önemlisi o  sekiz filmden yedisi Karaoğlan filmi. Kendi yarattığı karakteri beyazperdeye taşıyan Suat Yalaz’ın bir başka çizgi romanı Son Osmanlı: Yandım Ali de yakın zamanda beyazperdeye malzeme olmuştu hatırlarsanız.  Suat Yalaz’la sohbet ederken çizgi romanların, siyah beyaz filmlerin hüküm sürdüğü bir geçmişe yolculuk yaptık.

Zagor, Teks, Tommiks, Teksas gibi İtalyan çizgi romanları hakkında ne düşünüyorsunuz?

İtalyanlar çok aktif bir millet. Amerika’dan sonra bu janrı en güzel kullanan insanlar. Fakat, sinemada hani B sınıfı filmler vardır ya, İtalyan resimli romanları onlardan. Fransızlar A sınıfı kalitede resimli roman yaparlar, fakat kitlelere seslenemezler. Onları, elit bir kitle takip eder. Amerika’daki resimli romanlar, büyük kitlelere hitap eder. Avrupa’da da bu işi en güzel yapan millet İtalyanlardır. Ben, resimli romancılık hayatım boyunca Türkiye’yi istila etmiş Amerikan resimli romanlarına karşı Karaoğlan ve Son Osmanlı gibi bir tiple çıktığım için, benim muhatabım daha çok Amerikalılar oldu. İtalyan resimli romancılarını, Pekos Bill’i, Teksas’ı etüt edemedim ve onları da muhatab almadım.

Amerikan yapımı çizgi romanlarla daha çok ilgili olduğunuzu söylüyorsunuz. Onlar hakkındaki düşüncelerinizden bahseder misiniz?

Superman, Örümcek Adam, Batman gibi resimli romanlar çok eskilere dayanıyor ve bütün dünyanın tanıdığı, çok tutmuş resimli romanlardır. Bunlar, klasik şablonlar içerisinde, çocuksu hikayelerle, büyük kitlelere hitap edebiliyorlar. Ne İtalyan resimli romanlarında, ne de Amerikan resimli romanlarında ayıptır söylemesi bizim Karaoğlan’ın şiirsel yanı, felsefi yanı, anneye, babaya, bütün aileye hitap eden yanı yoktur; onlar on, on beş yaş arasındaki çocuklara hitap eder. Siz hiç Tommiks, Teksas okuyan yirmi beş yaşında bir adam düşünebiliyor musunuz? Ama Karaoğlan’ı, yirmi, otuz hatta ellili yaşlarda, bakanlar, müsteşarlar falan okuyor. Bu yüzden, Tommiksler, Teksaslar çok yaygın olmalarına rağmen, hikayeler çocuksudur, resim kaliteleri bakımından da ikinci ligin resimlerine sahiptir.

Sizin en sevdiğiniz kahraman hangisi?

İtalyanlardan bir misal veremeyeceğim. Benim sevdiğim resimli roman kahramanları arasında Jan Hero’nun çizdiği Fransız resimli romanı Blueberry var. Bu da senelerdir çok tutmuş, büyük tiraj yapmış, hem resim hem de yazı bakımından son derece kaliteli bir resimli romandır. Bir Hugo Pratt var, Son Osmanlı’yı bana telkin eden resimli romandır, fon olarak tarihi, belgesel olayları alır ve kendi kahramanı Corto Maltese ile romanını yazar, süspensini kurar, çok da güzel resimler yapar, her resmi, her karesi bir Picasso tablosu gibi büyütülüp duvara asılacak güzelliktedir. Hem güzel, heyecan verici bir roman okursunuz, hem de güzel resimler seyredersiniz. İşte bunların yanında İtalyanların Tommiks ve Teksas’ı çok çocuksu kalıyor.

Çizgi roman söz konusu olduğunda, dünyayla kıyasladığınız zaman Türkiye’yi nerede görüyorsunuz?

Bilmeyenler için biraz megalomaniye kaçacak ama, biz Karaoğlan ve Son Osmanlı resimli romanlarıyla Avrupa ve Amerika ile aynı kulvarda koşuyoruz. Zaman zaman nasıl halterde dünya şampiyonluğu yapıyorsak, Karaoğlan’la ve Son Osmanlı’daki bazı maceralarla, bazı diyaloglarla Hugo Pratt’ı yakaladık, zaman zaman geçtik. Hugo Pratt dünya çapında bir adam. Mesela Türkiye’de Sezgin Burak vardı ama onu da genç yaşta kaybettik. Belki o da bugün yaşasaydı, çok iddialı şeyler yapacaktı. Eski dostlarımdan gene kaybettiğimiz, Malkoçoğlu’nu çizen arkadaşımız Ayhan Başoğlu, çok başarılıydı fakat günlük gazete resimli romancısı olmanın ötesinde bir şey gösteremedi. Ama ben filmlerini çekmiş ve Avrupa’da uzun zaman kalmış bir insan olarak Avrupalılarla, amerikalılarla yarışabilecek düzeyde eserler verdim. Avrupalı beni tanıyor, Avrupalı Türk resimli romancılığının kendilerininkinden hiç de aşağı kalır bir yanı olmadığına dair bir kanaat edinmiş durumda.

Avrupa’ya kendinizi geliştirmek için mi, yoksa biraz küskünlük dolayısıyla mı gittiniz?

Ben burada çok başarılı olduğum dönemde bile Avrupalı olmamanın sancısını çekiyordum. Çok güzel şeyler yapıyoruz, Karaoğlan filmi hasılat rekorları kırıyor ama bunların ötesinde kimse tanımıyor bizi. Bu da insanda güdüklük hissi uyandırıyor, bir Asyalılık, ikinci sınıf coğrafi bölge olma durumu gibi bir şeyler hissettiriyordu. İçimde bir Avrupalı olabilme tutkusu vardı ama gidemiyordum. Filmcilik yaptığım sırada, Kartal Tibet’in beni yüzüstü bırakıp benim filmciliğimi sakatlaması yüzünden insanlara küstüm ve “Galiba dedim, Avrupa’ya gitmenin en güzel zamanı…”, böylece Avrupa’ya gittim.

Döndüğünüz zaman neler hissettiniz?

Avrupa’ya gitmemin bir nedeni de Co-Prodüksiyon film yapmak istememdi. Ama giderken çantama Karaoğlan’ın maceralarını da koydum, ne olur ne olmaz diye. Üçüncü günü, Karaoğlan’ı satın aldılar. Ondan sonra orayı çok sevdim ve kalıverdim. İyi de oldu, o Avrupa kariyerim de öylece başlamış oldu. Avrupa’dan döndüğüm zaman, Türkiye’de resimli romanın tamamen ihmal edilmiş, sahipsiz, abisiz kalmış olduğunu düşünerek döndüm. Almanların Larousse’u, Hachette’i gibi çok büyük bir firma olan Bertelsman Yayınevi ile Küçük Vampir üzerinde çalışmalar yapıyorduk. Fransa’da küçük cep kitaplarına resimli romanlar yapıyordum ama dedim ki; “Bu Avrupalı’nın ressamı da var yazarı da var. Benim ülkemde bana ihtiyaç varken ben burada niye bunlarla uğraşıyorum?”, “Türkiye’de Karaoğlan gibi bir olayı yaratmış bir insan, Avrupa’da Alman çocukları, Fransız çocukları, Belçikalı çocuklar için neden çocuk hikayeleri, vampir hikayeleri, Pinokyo, Peter Pan gibi şeyler yapıyorum?” dedim ve Avrupa’daki konforumu bırakıp geldim. 1982 yılında Güneş Gazetesi çıktığı zaman beni çağırdılar ve benim Mon Parnas’daki yayınevini, atölyeyi bırakıp gelmemi istediler, Güneri Cıvaoğlu, Ahmet Kozanoğlu beni çağırdı. Avrupayla bağları ilk o zaman kopardım. Sonra yeniden döndüm. Ardından, Sabah Gazetesi ile çalışmak üzere geldim ve olgunluk çağının en güzel eserlerini, belgeseller ve Enver Paşa gibi eserleri Sabah Gazetesi ile verdim. Karaoğlan’la Orta Asya Türklüğünü yeniden harlandırmış olduk, yeniden alevlendirdik. Şimdi Sabah gazetesindeki atakla, yakın tarihimizi eşeledim. Enver Paşa Osmanlı’nın son yıllarını falan anlatıyor, belgesellerle, sonra Atatürk’e Suikastler, Çerkez Ethem, Topal Osman… Bunlarla, belgesellerle yakın tarihimize damga vurmuş insanları anlatırken tarihimizi sevdirmek gibi bir yolu denedik, sonra da Son Osmanlı adı altında, Yandım Ali diye anılan bir bahriyeli teğmenin maceralarıyla da, daha romansı maceralar anlattık, bunlar da büyük ilgiyle izlendi.

Bize biraz da Abdullah Ziya Kozanoğlu’ndan (Yalaz’a belki de Karaoğlan’ın ilhamını veren Büyük Türk Romanları yazarı) söz eder misiniz, kendisi nasıl bir insandı?

Kendisi, benim çocukluğumun idolüydü, hayranı olduğum bir yazardı. Bana Türk milliyetçiliğinin tadını, tuzunu aşılayan bir yazardı. Ben çocukken, efsane bir adamdı. Onun Kızıl Tuğ, Atlı Han, Kolsuz Kahraman, Savcı Bey gibi kitaplarını büyük bir zevkle, heyecanla okuduk. Tabii o zamanlar resimli roman yoktu, sinemalar bu kadar yaygın değildi., televizyon hiç yoktu. Onlar, bütün dünyamızı aydınlatan, neşelendiren kitaplardı. Kendisiyle yıllar sonra İstanbul’da karşılaşıp da beraber çalışacağım falan aklımın ucundan geçmezdi. Tanıştık, ilk olarak birlikte Kaan dizisini yaptık, beni resimli romancılığa çeken, davet eden ve başlatan Abdullah Ziya’dır. Kendisini çok sevdim, o da beni çok sevdi, beraber güzel şeyler yaptık.

Bir milletin dile gelmiş hayalgücü: Manga

$
0
0

Manga – Japon Çizgi Romanının Tarihi Kitapsever Ninja

Bugüne kadar “manga” ya da “anime” kelimesini duymamış olabilirsiniz.  Ama bu, onların hayatınızın bir bölümünde size yarenlik etmedikleri anlamına gelmez. Aranızdakinin resmiyete taşınmamış masumane bir ilişki olduğunu gösterir sadece.

Manga – Japon Çizgi Romanının Tarihi
Paul Gravett

Plan b

Örneğin beni ele alın. Küçükken en sevdiğim arkadaşlarımın adları; Sinbad, Viki, Heidi, Şeker Kız Candy, Marco ve Arı Maya şeklinde sıralanırdı. Randevularımızı hiç aksatmazdık. Zamanı geldiğinde televizyonun karşısındaki yerimi alır ve nihai jeneriğinde  o hiç anlamadığım kargacık burgacık yazılara eşlik eden şarkılar bitinceye kadar da kalkmazdım. Üzerinden 30 sene geçmiş nereden baksanız. Ama o şarkıların çoğu aklımda: Şeker Kız’ın “Wata Şiva Candy”si, Heidi’nin “Alalai O, Alalai Di”si ya da Vikingler’in devşirilmiş “Haftaya Buluşalım Haftaya”sı…

Bugünkü çocukların dostları farklı isimler taşısa da ve bizim dostlarımız onlarınkilerin yanında fazlaca nahif, fazlaca masum kalsa da, o kargacık burgacık yazılar hala zaman zaman sökün ediyor ekranda. Yalnızca dostlarımız değil tabi, bizim o yıllardaki halimiz de fazlaca nahif, masum ve üstüne üstlük cahil kalıyor bugünün çocuklarıyla karşılaştırılınca. Onlar o yazıların Japonca olduğunu biliyorlar en basitinden. İnternetten, televizyondan bizim o zamanlar öğrenmek bile istemeyeceğimiz şeyleri görüyorlar onlar. Bizden hızlı büyüyorlar.

Bizim o çizgi filmlerin adının “anime” olduğunu öğrenmemiz için uzun yıllar geçmesi gerekti. Japonya’da üretiliyorlardı. Çoğunun kendine ait bir kitabı, yani bir çizgi romanı da vardı. Kimisiyse önce çizgi roman olarak çıkıyor, rağbet görünce sonradan animeye dönüşüyordu.

Japonlar çok seviyordu “manga” adı verilen bu çizgi romanları. Zaten Japonya’da her yıl yayımlanan bütün kitap ve dergilerin yüzde kırkını mangalar oluşturuyordu. Otobüslerde, metrolarda her yaştan Japon’u eline bir manga almış okurken görmek mümkündü. Bizdeki gibi ne aşağılanan, ne yasaklanan, ne de hor görülen bir okuma nesnesi olmaktan çıkmıştı çizgi roman. Ulusal bir kimlik ve isim kazanıp değerini katlamış, üstelik de ülkesini tüm dünyada temsil eden bir marka haline gelmişti.

Astro Boy

Manga kültürü, kökeninin izleri çok daha eskilere dek sürülebilse de dikkat çekici patlamasını II. Dünya Savaşı’nın bitimiyle yaptı. Japonlar Atom Bombası’nın acılarını türlü şekillerde mangalara yansıtıyorlardı. Onlara yol gösteren bir de peygamberleri vardı: Osamu Tezuka. Başta Astro Boy olmak üzere yarattığı kahramanlar ve 40 küsur seneye yayılan bereketli bir üretim süreci bu kültürün motoru oluyordu. Tezuka mangayı yalnızca çocuklara hitap eden bir mecra olmaktan çıkarıp her yaştan okuru kucaklayan bir hikaye türü haline getirmeye çalıştı kariyeri boyunca. Manga ve anime kültürünün bugünkü geldiği noktaya baktığımızda başarılı olduğunu söyleyebiliriz sanırım.

Plan B yayınevinin son derece titiz, özverili ve gözü kara bir çalışması olarak karşımızda duruyor Manga –  Japon Çizgi Romanının Tarihi adlı kitap. Kuşe kağıda, renkli ve tamamen Türkçeleştirilmiş olarak basılmış bu çok cazibeli kaynak kitap 10 bölümde manga kültürünün tarihini anlatır gibi yaparken, bir yandan da Japonya’nın siyasi, sosyal ve kültürel tarihiyle ilgili değerli bilgiler paylaşıyor bizimle.

Bir halkın hayal gücünün resimleri, analizleriyle birlikte zengin bir şekilde önümüze sıralanıyor kitapta ve onların son yarım yüzyılda nükleer savaştan cinsel tercihlere, iş hayatından kabuslara, süper kahramanlardan ekolojik sorunlara nası yaklaşımlar geliştirdiklerini gözleme fırsatı buluyoruz.

Manganın küresel etkisine ve ve farklı ülkelerin çizgi romanlarıyla manga arasındaki etkileşime de değinen kitap bugüne kadar dokuz ülkede yayımlanmış.

Futbolcudan Yönetmen: Memduh Ün

$
0
0

memduh-un

Türk Sineması’nın usta yönetmenlerinden Memduh Ün, anılarını anlattığı Futbolcudan Yönetmen: Memduh Ün‘de pek fazla bilinmeyen futbolculuk yıllarına da yer veriyor.

sisko-ninjaEge GÖRGÜN (Landlord)

Memduh Ün denince ne gelir aklınıza? Elbette ki sinema. 92 yaşındaki yönetmenin oynadığı, yönettiği onlarca film; aldığı çok sayıda ödül; sinema dersleriyle ufkunu açtığı öğrenciler ve kendisine yıllardır hayat arkadaşlığı eden Fatma Girik akla başka herhangi bir şeyin gelmesini imkansız kılıyor zaten. Memduh Ün kamera karşısına ilk kez geçtiğinde yıl 1948’di. “Damga” filmindeki bu başrolü nazlana nazlana kabul etmiş; ama büyük başarı kazanan film cebini doldurunca sinemaya devam etmişti. Baskın karakteri ve öne çıkmaya hep hazır mizacı onu yakın gelecekte yönetmen koltuğuna da oturtacaktı. Oysa sinemaya çok düşkün olmasına rağmen ne tıpta okurken, ne de Beşiktaş formasını Baba Hakkı, Şeref Görkey, Şükrü Gülesin gibi efsanelerle birlikte terletirken böyle bir hayal kurmuyordu.

1941-42 istanbul lig sampiyonuu besiktas kadrosuu seref stadi'nda... soldan: hakki yeten, yavuz üreten, halil koksalan, sakir uluatli, rifat atakani, husnu savman, sukru gulesin, seref gorkey, fevzi uman, saim sarper, memduh un, sabri gencsoy, m. ali tanman ve kaleci faruk

1941-42 istanbul lig sampiyonuu besiktas kadrosuu seref stadi’nda… soldan: hakki yeten, yavuz üreten, halil koksalan, sakir uluatli, rifat atakani, husnu savman, sukru gulesin, seref gorkey, fevzi uman, saim sarper, memduh un, sabri gencsoy, m. ali tanman ve kaleci faruk

Vefa, Langaspor, Galataspor, Kurtuluş gibi takımlarda top koşturan Ün, 1940-41 sezonunda Karagümrük’ten Yavuz Üreten, Galata’dan ortahaf Halil Köksalan, Pera’dan Şükrü Gülesin, Sabri ve Mustafa Gençsoy biraderler, Aslan Şakir ve Kaleci Faruk’la birlikte Beşiktaş’a transfer oldu. Bu transferler Beşiktaş’ın oldukça kötü sonuçlar aldığı 1939-40 sezonunun ardından takımı gençleştirmek adına yapılmıştı.

Eski ve yeni futbolcuların karmasından oluşan yeni takım, yapılan gençlik aşısının tuttuğunu daha ilk sezonunda hiç yenilmeden, hiç berabere kalmadan, üstüne üstlük bir de gol rekoru kırıp İstanbul Ligi şampiyonu olarak kanıtlayacaktı. Sezon öncesi hazırlık maçlarında çok iyi bir performans sergileyen Memduh Ün, sakatlığı ve tıp eğitimi yüzünden çok az forma giyebildi Beşiktaş’ta. Yine de gazetelerin şampiyonluk şerefine verdikleri Beşiktaş kadro tablolarında kendine yer bulabilmişti. Ün’ün o günler hakkında söyledikleri günün futbol saha içi ve saha dışı durumuyla ilgili iyi bir fikir veriyor.

yeten-memduh

Memduh Ün ve meşhur kazağıyla Baba Hakkı (Yeten).

Genelevdeki “dostlar”

“… hafta arası yapılan mahalle maçlarında da oynuyordum. Bunlardan birinde sakat dizime aldığım bir darbe sonucu uzun süre top oynayamadım. Tedavi yanlış yapıldı çünkü. O devirde dizde ödeme buz tedavisi yapılmıyor, bacak sıcak suya sokuluyordu.”sukru-gulesin

“O dönemlerde statlarda küfür falan yoktu. Yuh bile çekilmezdi. Benim oynadığım yıllarda öyle futbolcuların peşinde koşan mankenler filan yoktu. Şükrü Gülesin’in genelevden Sevim diye bir dostu vardı. Sevim koyu Galatasaraylı’ydı. Şükrü’nün oynadığı bütün maçlara yarısı sarı yarısı kırmızı bir bluzla gelirdi. Keza, İstanbulsporlu Kadir’in genelevdeki dostu Muazzez’e de kimse sarkmazdı.”

Kazancı: Pardesü + yemek

Maliye’den ayda 32 lira aylık alan Memduh Ün’ün şampiyon takımın futbolcusu olması karşılığında kazancı önceleri yalnızca bir pardesü ve Beşiktaş’ın en iyi lokantası Ehl-i Tabiat’da yenen maç günü yemeğiydi. Ama bazı futbolcuların para aldığını öğrenmesiyle o da kulüpten 20 lira maaş bağlatacaktı kendine.

lefter1941-42 sezonunda Beşiktaş’ta başkanlığa Abdullah Ziya Kozanoğlu geliyordu. Aylıklar kesilmiş, Milli Lig’in Gençlerbirliği’ne karşı oynanan finalinde çıkan kavga yüzünden altı Beşiktaşlı ceza almıştı. Memduh Ün, her maçta sahadaydı. Bu maçlardan biri de 16 yaşında Lefter’in de oynadığı, Taksimspor’u 9-1 yendikleri maçtı.

Şike hikâyeleri

memduh-kitapBeşiktaş’tan sonra Ankara Demirspor’da, sahte lisansla Seyhanspor’da, Muhafızgücü’nde, İstanbulspor’da ve İ.E.T.T. takımında oynayan Ün, kitabında iki kez karıştığı şike olaylarını da anlatıyor. İlkinde penaltı yaptırtmak için 500 Lira’ya anlaşıyor rakiple. Penaltı yaptıramıyor ama kırmızı kartla kendini attırıp takımını on kişi bırakıyor ve “parasını” hak ediyor. İkincisinde ise rakip takım Üsküdar Anadolu’nun oyuncusunu 250 Lira’ya “bağlamak” için kendisi de 250 Lira alıyor.

Horizon Yayıncılık’tan çıkan Futbolcudan Yönetmen: Memduh Ün bunun gibi birçok samimi itirafa sahip bir anı kitabı. Biz yalnızca futbolla ilgili olanlardan örnekler verdik ama kitabın çoğunluğu Türk sinemasıyla ilgili anekdotlarla dolu. Memduh Ün’ün bir asra dayanan ömrünün ilginç ayrıntılarını okumaktan keyif almamanız mümkün değil.

Futbolcudan Yönetmen
Memduh Ün
Horizon International

Sonu gelmez bir aşk: Hollywood & Pentagon

$
0
0

Milyonlarca kişinin izlediği Hollywood filmlerinin perde arkasında pek çok sır gizlidir. En önemli sırlardan biri de Pentagon’un bazı filmler üstündeki etki ve sansür gücüdür.

sisko-ninjaEge Görgün (Landlord)

Hollywood’un işi film yapmaktır ve her işte olduğu onların da bazı öncelikleri vardır. “İyi film” yapmak önceliklerinden bir tanesidir ama çoğu durumda kesinlikle “iyi para” yapma önceliğinin önüne geçecek bir niyet değildir bu.

Amerikan ordusunun Hollywood ile sıkı fıkı ilişkiler kurduğu öyle çok bilinmeyen bir şey değildir. Büyük bütçeli savaş ya da aksiyon filmleri çekecekseniz onlardan alacağınız ekipmanlara, personele, kimi zaman da çekim lokasyonlarına ve eğitime muhtaçsınızdır. Hiçbir stüdyonun deposunda filmlerde kullanılmak üzere tanklar, savaş uçakları, uçak gemileri, denizaltılar, helikopterler ve son model silahlar oluşan bir stok yoktur. Ya da askeri bir tesiste bir sahne çekmek öyle herkesin alabildiği bir izin değildir. Silahlı kuvvetler Hollywood’un bu yöndeki isteklerini karşılamak konusunda oldukça isteklidir. Üstelik bunun karşılığında ya çok az bir meblağ talep ederler, ya da hiç etmezler. Yapımcının milyonlarını kurtarmasını sağlayan bu anlaşma Pentagon için önemli bir propaganda fırsatıdır çünkü. Yapımcıyı zengin etme karşılığında senaryo üzerinde istedikleri değişiklikleri ya da eklemeleri yapacak yetkiye kavuşurlar. Dahil oldukları bir projede ordunun imajına zarar verecek bir şeye izin verecek halleri yoktur. Özgürlükler Ülkesi ABD’de, Kuzey Kore hükümeti gibi halka gösterilecek her türlü medyada kesin bir kontrol sahibi olmaları mümkün olmadığından, tüm dünyayı gezecek bu filmlere istedikleri gibi şekil vermeleri onlar için bulunmaz bir fırsattır.

Bu ilişki neticesinde doğan ve 2000’li yıllara kadar öyle çok fazla irdelenmeyen, dillendirilmeyen “sansür tarihi”, New York Times ve Washington Post gibi gazetelerde çalışmış, üç kez Pulitzer’e aday gösterilmiş David L. Robb’ın yazdığı Hollywood Operasyonları (Operation Hollywood) adlı kitapta anlatılmıştı. (Operation Hollywood ülkemize Hollywood Operasyonları adıyla Güncel Yayıncılık’tan çıkmıştı. Kitap piyasada bulunmuyor ne yazık ki.) Robb, bir Pentagon yetkilisine eğer senaryoda istedikleri değişiklikler yapılmazsa ne olacağını sorunca şöyle bir yanıt alıyordu: “Oyuncaklarımı alır eve giderim. Tanklarımı, birliklerimi, çekim lokasyonunu alıp evime giderim.”

Kitapta hangi filmlerde ne gibi sansürler uygulandığı teker teker anlatılıyor. Filmler arasında James Bond’dan, Kusursuz Fırtına’dan (The Perfect Storm), Rüzgarla Konuşanlar’a (Windstalkers), Bağımsızlık Günü’ne (Independence Day) ve Günaydın Vietnam’a (Good Morning Vietnam); Kara Şahin Düştü’den (Blackhawk Down), Pearl Harbor’dan Armageddon’a, Top Gun’a ve Lassie’ye pek çok film var.

Daha fazla para harcamayı göze alarak, sanatsal yaratıcılıklarını Pentagon’un müdahalelirinden kurtaranlar da olmuş tabi. Onları anmak daha gerekli belki de. Bu yönetmenler Müfreze (Platoon) ve Doğumgünü 4 Temmuz (Born on the 4th of July) filmleriyle Oliver Stone; Kıyamet (Apocalipse Now) ile Francis Ford Coppola ve Dr. Strangelove ile Stanley Kubrick.

Askerin Propaganda Aşkı

27 Mayıs Darbesi’nin ardından TSK da film yapımcılığına soyunmuş, Yassıada’da tutuklu bulunan DP milletvekillerinin ne kadar “iyi” durumda olduklarını gösteren bir film çekmişlerdi. Oyuncuların yalnızca söyleneni yaptığı bu propaganda filminin dış seslendirilmesi de TSK tarafından yapılmıştı. Milletvekillerine aşağılamalar, hakaretler ve suçlamalarla dolu film o dönem sinemalarda ve okullarda gösterilmişti.

Hikayeci Orhan Veli: Hoşgör Köftecisi ve “Fakir Halkın Edebiyatı”

$
0
0
İlk bakışta Orhan Veli sevenler için ne kadar da sıradışı bir başlık değil mi? Şiirleriyle tanıdığımız ve sevdiğimiz Orhan Veli’nin hikayeleri… Ben de ilk gördüğümde çok şaşırdım. Yapı Kredi Yayınları, yazarın öykülerini ilk kez bir kitapta toplamış. Birçok okurun Orhan Veli öykülerinin farkına varmasında bu kitabın önemli bir katkısı oldu sanırım… Ben de kitapçının rafında Orhan Veli ve öykü kitabını görünce büyük bir merakla aldım kitabı.
Viewing all 138 articles
Browse latest View live